Tarihin Babası Herodotos

    Ya tarihin babası Herodotos'a ne diyelim?
    Herodotos'un kitaplarını yazarken kullandığı yöntem şuydu:

1. Doğru veya yanlış, duyduğu her şeyi yazmak. (Tilki boyunda karıncalarla ilgili hikaye gibi)
2. Perslilerin ağzından uydurma söylevler yazmak.
3. Başkalarının metinlerini alıp kendisininmiş gibi sunmak.

Tıp Tarihi

    Ülkemizde tıbbın yeniden yapılanması 14 Mart 1827'de Tıphane ve ardından Cerrahhane'nin kurulması ile başlatılabilir. Bununla birlikte cerrahinin gelişimi uzunca bir süre için yetersiz kalmıştır. 19. yüzyılın sonlarında Cemil Paşa'nın, daha sonra diğer cerrahların katkıları ile modern cerrahi adına ilk adımlar atılmıştır.

    Bu dönemde tüm cerrahi işlemler genel cerrahlar tarafından yapılmıştır. Aynı dönemde yurtdışında bile az sayıda sinir sistemi cerrahisi ile ilgili eser yayınlanmış olup, nöroşirürjikal girişimler çoğunlukla genel cerrahi ile ilgili eserlerde kitap bölümü olarak yer almıştır. Dr. Orhan Abdi Bey'in Ameliyat-ı Cerrahiye adlı eseri bu alanda yazılmış ilk eserlerden olup, içerdiği nöroşirürji ile ilgili bölümler açısından oldukça ilgi çekicidir.

    Eserde nöroşirürji ile ilgili toplam 21 sayfa bilgi ve 9 resim belirlenmiştir. Orhan Abdi Bey, kitabında sadece belirli bir alana bağlı kalmamış; kranyal kemiklerden, epidural alandaki tümörlere ve vasküler olaylara, fasyal sinirden trigeminal nevraljiye ve en büyük periferik sinir olan siyatik sinirinden, diğer periferik sinirlere ait cerrahi uygulamaları resimlerle açıklamalı olarak tek tek ele alıp yazmıştır.

    Bu hastalıklardaki cerrahi tekniğin yanı sıra kullanılan cerrahi enstrümanları da tanıtması kayda değerdir. Orhan Abdi'nin tek tek bu ameliyatları yapıp yapmadığı tartışılabilir, ancak kanımızca önemli olan, onun bunları yapıp yapmaması değil, bu ameliyatların o günün koşullarında zamanının en ileri bilgi ve tekniklerine göre ders kitabı anlayışıyla geçiştirilmeden, ayrıntılı olarak ele alınmasıdır.

    Bu anlayış, yabancı kitap ve dergilerin sayıca az olduğu bir dönemde ülkemizde cerrahi yaşamımıza katkıda bulunmuştur.

Kleopatra Çok Çirkindi

    Kleopatra Mısırlı değildi. Yunanlıydı. Ailesi üç yüz yıldan beri Mısır'da yaşadığı için bizler onu Mısırlı olarak görürsek de, Mısırlılar için yine de Yunanlıydı.

    Kleopatra aşk hayatıyla ün salmıştır. Ancak bu da temelsizdir. Kleopatra efsaneleri konusunda çok saygı gören bir kitap yazmış olan Lucy Hugher-Hallet'e göre, Kleopatra'nın aşıkları sadece Sezar ve Antonius'du. Bazıları onun yatakta çok esaslı olduğunu ve erkeklerin  onunla bir gece geçirmek için ölüme razı olduklarını iddia etmişlerse de, bunlar dedikodudan başka bir şey değildir.

Düzme Haberler

    Timur Han'ın Sultan Beyazıt'a muamelesi ve Yıldırım'ın vefatı hakkında yanlış bazı rivayetler de mevcuttur.
Daha çok romanlara, hikayelere konu olan ve halkın beyninde yer tutan bu rivayetlerden birisi, Timur Han'ın Beyazıt'ı demir bir kafes içerisine hapsettiği ve şehirlerde alay mevzu olmak üzere gezdirdiğidir.

    Meşhur tarihçi Hoca Sadeddin Efendi bu ifadeleri düzmece haberler olarak nitelendirmektedir. Şayet böyle bir uygulama görülmüş olsa Timur'u yüceltmekte ve Osmanlı'yı aşağı tutmada aşırı giden, Timurilerin resmi tarihçisi Şerafeddin Ali Yezdi mutlaka kullanırdı.

    Bütün yazdıklarını bağnazca ve taassup içerisinde dile getiren bu yazar iki hükümdarın görüşmelerini, konuşmalarını, anlattığında saygı ve yüceltme gösterilerinden başka bir görünüm sergilemez. Padişahlığın şanına dokunacak bir tutum ve davranıştan hiç bahsetmez.

    İran'lı Edib Mevlana Hatifi de Timurname'sinde iki padişahın dostça münasebetlerinden öte söz etmez.
Demir kafes meselesini Osmanlı, Timurlu, ve batılı tarihçilerin görüşleri ve nakilleri ile değerlendiren Hammer, şayet gerçekleri ifade edecek olursak bu husus üç asırdan ziyade felsefe makalelerine konu olan bir efsaneden öteye gitmez, demektedir. Öyleyse bu hikaye nereden çıkmıştır...

    Askerlerin bakışları altında seyahat etmek istemeyen Osmanlı sultanı, yolda giderken bir taht-ı revana binmeyi uygun görmüştü. Padişahın seyahat ettiği bu kapalı hücreye bazı kaynaklarda kafes tabir olunmuştur. Nitekim Fatih devrinde divan-ı hümayun toplantılarını padişahların izledikleri bölüme de kafes tabir olunması bu anlayışı yansıtmaktadır.

    İşte bahsedilen kafesin taht-ı revan olduğunu anlamak istemeyen veya konuyu dramatize etmek isteyen romancılar ile Osmanlı hakanını küçük düşürmek, onu halkın gözünde bayağı durumlara düşmüş göstermek isteyen Türk düşmanı batılı yazarlar demir kafes hikayesini uydurmuşlardır.

    Yıldırım Beyazıt hakkındaki ikinci yanlış rivayet ise, onun esaret hayatına dayanamayıp, yüzüğündeki zehiri içerek intihar etmesidir. Bu konu Neşri tarihinde; Bir Hikaye başlığı altında şöyle verilmektedir: Rivayet ederler ki Timurleng Rum vilayetini zaptedip Karamanoğlu'na vermişti.Yıldırım Beyazıt Han bunu işitince gayet incindi. Bilesinde zehri vardı.

    Gayretinden kendini sakınmayıp Düşman elinde zebun olup memleketi eller elinde görmektense ölüm kabul edilir, deyip kendini  öldürdü. Neşri'nin bu ifadelerini alan yerli, yabancı bazı tarihçiler, romancılar, hikayeciler Yıldırım Beyazıt Han'ın kendisini zehirlediği tezini iddia ettiler.

    Oysa aynı Neşri daha önceki iki rivayetten birinin sonunda ....Beyazıt Han gayet gamnâk oldu. Hemen eser-i humma belirdi. Ondan sonra günden güne za'f müstevli oldu. Beyazıt Han gayet gayretli kişiydi.
Mevlana Mehmet bin Kutbüddin İzniki'den nakledilen ikinci rivayetin sonunda ise ...

    İşittim ki, Hunkar humma-yı muhrikadan hasta olup, kabza-i ecel giribanından çekip Hak civarına iletmiş... Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi Beyazıt'ın ölümü için üzüntü sonucu sıtma ve ateşli sıtma hastalıkları da rivayet konusudur.

    Şerafeddin Yezdi ise '' Yıldırım Beyazıt, dün gece zik nefes (nefes darlığı) ve hunnak (boğaz ağrısı) marazıyla dar-ı fenadan dar-ı bekaya irtihal etti. '' demektedir.

    Behişti, humma-yı muhrika ; Hammer, nuzül isabeti; müneccimbaşı da hunnak, zik-i sadr ve humma-yı muhrika rivayetlerini vererek vefat etti demektedirler. Yıldırım Beyazıt Han'ın muasırı olan İbn. Arabşah ile o devre yakın tarihçilerden Şükrullah, Karamani Mehmet Paşa ve Enveri gibi meşhur tarihçilerde intihardan hiç bir şekilde söz etmeyip hastalığını ölümüne sebep gösterirler.

    Bütün bu kaynaklardaki ifadeleri bir yana bırakıp Neşri'nin hikaye tarzıyla verdiği tek bir rivayetten hüküm çıkarmak tarih metodu açısından da kabul edilebilecek durum değildir. Ayrıca ne Yıldırım Beyazıt Han'a gelinceye kadar ne de ondan sonrasında Osmanlı padişahlarının savaşlara girerken yüzüklerinde zehir taşıdıklarına dair bir rivayet, hiçbir kaynakta gösterilemez.

    Hele Yıldırım Beyazıt gibi cesur ve kahraman bir hakanın savaşa girmeden esareti ve intiharı düşünüp yüzüğüne zehir koymasını tasavvur etmek kadar safdillik olamaz Kaynakların ifadelerinden anlaşılıyor ki, ülkesinin maruz kaldığı dehşetli felaket karşısında duyduğu üzüntü, bu büyük Türk hakanını ölüme kadar götürmüştür.

    Boğaz enfeksiyonu, nefes darlığı, nüzul isabeti ve ateşli sıtma  üzüntü ile ortaya çıkacak sebeplerden biridir.

Sezar Hakkındaki Gerçekler

    Birincisi, kimse kendisine Jül Sezar dememiştir. Sadece Sezar derlerdi. O zamanlar, bir insanın kendisinden ayırt edilmesi gereken erkek evlatları olmadığı takdirde adı kullanılmazdı.

    Sezaryen ameliyatının adını Sezar'dan aldığı da doğru değildir. Sezaryen Latince caedere'den gelir ki, o da "kesmek" demektir.

    Sezar'ın sezaryen ameliyatla doğup doğmadığı herhalde kimseyi fazla ilgilendirmez. Ayrıca, uzmanlar bunun doğru olup olmadığı konusunda da fikir birliği içinde değillerdir. O dönemde bu tür ameliyatların yapılıp

Ulu Cami'nin Açılışı

    1936'da Emir Sultan'ın işareti yapımına başlanan Ulu Cami 1400 yılında tamamlanmış bulunuyordu. Yirmi kubbe ve iki minaresiyle Osmanlı mimarisinin en zarif eserlerinden biri ortaya çıkmıştı. 3180 metrekarelik iç alanı ile bütün Türk camileri arasında en büyük ölçüye ulaşmıştı.

    Camiye muhteşem bir tak kapı ile iki yan kapıdan giriliyordu. Minberi ceviz ağacından oyma ve geçmeli muhteşem bir numuneydi. Duvarları, İslam harflerinin en güzel örnekleriyle bezenmiş levhalar ile baştan başa süslenmişti. Her üç cepheden açılan kapılar ortada şadırvana ulaşıyordu.

    On altı köşeli havuz, üç çanaklı fıskiyeden sekiz kol halinde dökülen sularla dolarak on altı musluğa taksim olunuyordu. Havuzun etrafındaki mahfil sofaları, namaz vaktini beklerken Kur'an okumanın en tatlı hazzını
yaşatıyordu. Yeşil Bursa'nın her yanından görülebilen ve onun zümrüt göğüsünü bir elmas gibi süsleyen Ulu
Cami'nin açılış günü, Bursalılar akın akın camiye koşmuşlardı.

    Yıldırım Beyazıt Han, damadı büyük alim ve veli Seyyid Emir Sultan, Molla Fenari ve ulemadan pek çok kimse camide yerlerini almışlardı. Padişah camide ilk Cuma hutbesini okuma görevini Emir Sultan'a verdi.

    Emir Sultan ise ayağa kalkarak: Hünkarım! Zamanın büyük alimi aramızda iken, bizim hutbe okumamız uygun olmaz. Bu cami-i şerifin açılışında cuma hutbesini okumaya layık zat şu kimsedir, diyerek kenarda oturan garip bir kişiyi gösterdi.

    Şimdi bütün gözler, o zamana kadar pişirdiği lezzetli ekmekleri sebebiyle, Somuncu Baba olarak tanınan, zata çevrilmişti. Somuncu Baba, Padişah'ın emri üzerine minbere doğru yürüdü.

    Emir Sultan'ın yanına gelince: Ey emirim neden böyle yapıp beni ele verdiniz, dedi. O' da: Senden ileride bir kimseyi göremediğim için öyle yaptım, cevabını verdi. Cemaat hayret içerisinde Emir Sultan'la Somuncu Baba'nın konuşmasını dinliyordu. Somuncu Baba'nın vereceği hutbeyi merakla bekliyordu.

    Minbere çıkan Somuncu Baba: Bazı alimlerin Fatiha-ı şerifenin tefsirinde, anlayamadığı bölümler vardır. Onun için Fatiha suresinin tefsirini yapalım, buyurarak bu surenin yirmi tane ana ilim üzerine yedi farklı tefsirini yaptı. Nice hikmetli sözler söyledi.

    Somuncu Baba'nın ilmi ve büyüklüğü karşısında herkes hayretten büyülenmiş gibiydi. Namazdan sonra cemaat kapılardan ayrılmıyor ve elini öpmek üzere bekliyordu. Herkes Somuncu Baba'nın kendi bulunduğu kapıdan geçmesi için dua ediyordu.

    Ve bir halk rivayeti olarak o gün bütün kapılarda duranların Somuncu Baba'nın elini öptüğü haberi
günümüze kadar geldi.. Ancak bu olaydan sonra, Somuncu Baba olarak bilinen Şeyh Hamid-i Aksarayî, sırrımız ortaya çıktı, diyerek Bursa'yı terketti.

    Hac vazifesini yerine getirdikten sonra Aksaray'a yerleşen bu büyük veli, yıllarca talebeler yetiştirdi. 1413 yılında vefat eden Hamid-i Aksarayî'nin kabrinin Aksaray veya Darende'de olduğu hakkında rivayetler mevcuttur.

Büyük İskender Seri Katildi

    Büyük İskender, insanın aklına koyduğu zaman pek çok insanı öldürmesinin kolay olduğunu tarihte ilk kez kanıtlayan insandır.

    Öldürme aile geçmişinde de vardı. Babası II.Philip Yunanlıları öldürmekte yeteneğini göstermişti. Yılanlara tapan annesi Olympia, kocasının öteki karılarından birinin küçük çocuğunu ateşte canlı canlı kızartmıştı. (İskender'in bu kızartmaya çok kızdığı söylenir. Ama sonunda bunu bağışlamış ve kadını çok sevmiştir.

Savaş Kışkırtıcıları

    Timur Han, kendisine karşı isyan eden Gürcistan Hakimi Melik Gürgin'i cezalandırdıktan sonra eski İlhanlı merkezi Karabağ'da kışlamak üzere karar kılmıştı. Onun bu sahrada ikameti sırasında Sultan Beyazıt'ın hükumetlerini almış olduğu beyler, hapsedildikleri yerlerden kaçarak tabiiyetlerini, arzetmek ve himayesini dilemek üzere huzuruna gelmeye başladılar.

    Germiyan beyi, Menteşeoğlu, Aydın beyi ve Erzincan hakimi Taharten, Beyazıt'ın aleyhinde nice sözler söylediler. Timur Han'a bağlılık yeminleri edip beyliklerini elde etmede yardımcı olmasını istediler. Timur Han:

    Ey beyler! Sizin sözünüz gerçek midir yalan mıdır bilemem. Zira ol bir gazi Han'dır.
Yok yere zulmetmez ve sizi bi-günah incitmez, dedikçe ; onlar :

    Ey Sultanım! Sen Sahip kıransın. Osmanoğlu bir zalim kişidir. Bizi müflis kılıp, atamız ve dedemiz tahtın elimizden elimizden aldı. Dilene dilene huzuruna geldiğimiz sizce malumdur. Ol iklim dahi senin gibi
Han'a layıktır, diyerek onu tahrik ederlerdi.

    Timur Han gerek bu beylerin aşırı kışkırtmalarının tesiri, gerekse düşmanları olup Beyazıt'a sığınmış olan Bağdat hakimi Ahmet Celayir ile Karakoyunlu Kara Yusuf'u istemek üzere Osmanlı padişahına bir name ile birlikte ilk elçilik heyetini gönderdi.

    Öte yandan Sultan Ahmet ile Kara Yusuf'ta Yıldırım Beyazıt Han'ı devamlı suretle Timur aleyhine doldurmakta idiler.Onlar Timur'un bütün amacının Rum diyarını ele geçirmek olduğunu ve bunu gerçekleştirmek için ne gerekirse yapacağını deliller getirerek, yeminler ederek belirtiyorlardı.

     Ayrıca Timur'un he kadar zalim ve kan dökücü bir kimse olduğunu çeşitli hikayelerle konu ediyorlardı.
Beyazıt Han bu sözlerin de tesiri altında kalarak Timur'un elçilerini son derece soğuk karşıladı. Timur'un isteklerini ise saltanatın alametine aykırı olacağı ve mürüvvete yakışmayacağı sebebi ile reddetti.

    Bunun üzerine Akkoyunlu beyi Kara Yülük Osman bey ile Mutahharten'in rehberliğinde Sivas'a
yürüyen Timur, on sekiz günlük bir kuşatmanın sonunda kaleyi aman ile teslim aldı. Timur'un buna rağmen kale muhafızlarını öldürttüğü rivayet edilmektedir.

    Timur Han Anadolu beylerinin bütün kışkırtmalarına rağmen gerek alimlerin kendisini savaştan
men etme gayretleri gerekse Beyazıt'in kuvvetleri hakkında kesin bir bilgiye sahip olmaması dolayısıyla
geri döndü ve Suriye'ye yöneldi.

    Yıldırım Beyazıt Han muhtemel bir savaşa karşı Kayseri'ye doğru yola çıkmış bulunuyordu.Ancak Timur'un Suriye'ye gitmesi üzerine geri dönecekti ki yine fitneciler araya girdiler. Sultan Ahmet ve
Kara Yusuf'un tahrikleri sonucunda Timur'u Anadolu'ya sevkeden Erzincan emiri Mutahharten'i
cezalandırmaya karar verdi.

    Erzincan ve Kemah'ı daha ilk saldırıda zaptederek Kara Yusuf'un idaresine verdi. Ancak Kara
Yusuf'un idareden aciz kalması üzerine ailesi ve çocuklarını rehin olarak Bursa'ya gönderdiği Mutahharten'i tekrar görevine iade etti.

    Timur'a tabi Erzincan ve Kemah'ın zaptı iki devlet arasındaki husumeti daha da arttırdı. Mısır Memlüklü ordusunu Halep önünde büyük bir bozguna uğratarak Bağdat, Halep ve Şam'ı alan Timur Han, Karabağ sahrasına gelerek ordugahını kurdu.

    Bu arada Timur Han gönderdiği mektupla Yıldırım Han'dan isteklerini devam ettiriyordu. Mektuplarında o güne kadar kazandığı savaşlara ne başarılara değinen Timur, Rum'un İslam diyarı olduğunu ve oraya sefer yapmak istemediğini özellikle vurguluyordu.

    Bu beldenin harap olmasından ancak din düşmanlarının memnun olacağını kaydeden Timur isteklerinin kabulü ile aradaki soğukluğun giderilmesini arzu ettiğini bildiriyor, Kara Yusuf ve Ahmet Celayir'in ne kadar yaramaz ve yol kesici şakiler olduklarını da belirtiyordu.Timur Han ayrıca Sivas, Erzincan ve Kemah'ın da kendisine bırakılmasını istiyordu.

    Devlet erkanı ve ileri gelenler Timur'un seller gibi gelen atlılarından, fillerinden, başarılarından söz ederek Yıldırım'ı anlaşma yolunu tutması yönünde teşvik ettiler ise de bir faydası olmadı. Cesur ve gayretli bir Han'a bütün bu istekleri kabul etmek çok ağır geliyordu. Mevlana Hatifi'nin ifadeleri ve Hoca Sadeddin Efendi'nin nazmıyla Beyazıt cevabını şu mealde verdi.

Ey Anadolu toprağında yetişen kafalar.
Yele verilir mi hemen kolayca namuslar.
Cenk tedbirlerimde bir kusur mu görüldü,
Ki fikirler aniden barış yoluna döndü.

O sayısız asker ile üstümüze yürürse
Ve de hiç çekinmeden ülkemize gelirse.
Nasıl ben ondan aman dilemek isterim.
Okları germiş, tirkeşi asmışsa neylerim.

Yiğitlik onda görülsün sümsüklük bizde.
Cihan halkı ne söyler, düşünün bize.
Şimdiden savaş günü ne olacak bilinmez.
Güçlü ile güçsüz orada neyler söylenmez.

Tek başıma ederim ardımdan gelen yoksa.
Varı dökmeli kişi hanlık davasındaysa.
Bu sözler nasihatçilerin ağzını kapadı.
Hiçbir tavsiye Hünkar'a fayda sağlamadı.

Yıldırım Beyazıt Han, Timur Han'a gönderdiği namesinde de, artık kılıçların konuşacağına işaret eder gibiydi.
Bu konağa inen misafir üzerine kılıç üşürülmez ve bu bucağa sığınan dilek ehline dokunulmaz Eğer sözlerin şiddeti kavgaya sebep olacaksa ilk defa şiddet dolu cümleler sizin mektubunuzda görüldü.

    Yok bizden temelluk(yaltaklanma)bekleniyorsa hanedanımız Cenab-ı Hak'dan gayriye yalvarmadılar. Galebe ve mağlubiyetin ikisi de sünen-i evliyadandır. Artık söz uzadı. Savaşa bahane arayanın bahanelerini önlemek mümkün değildir. İki taraftan her kim fitne çıkarırsa vebali onun boynunadır. Hasbünallahü ve ni'mel vekil. Söz sırası artık silahlara gelmişti.

Roma İmparatorluğu "Neden Çöktü"

    Roma çökmüştür kuşkusuz. Ama söylendiği zamanda çökmüş değildir. Bütün kitaplarda Roma'nın 476 yılında çöktüğü yazsa da, Romalılar bunu bilmediklerinden imparatorluklarını daha iki yüz devam ettirmişlerdir.

    Bize neden Roma'nın 476 yılında sona erdiğini öğretmişlerdir peki? Çünkü bundan üç yüz yıl kadar önce bir gün tarihçiler dünya tarihinin Eski, Orta ve Modern Çağ'lar olarak üçe bölünmesinin öğrenciler için daha kolay olacağına karar vermişlerdir. Ve Roma'nın son imparatorunun yılı olan 476'nın dönemin sonunu

Küçük Padişah Amasya Yolunda

    Ankara savaşında yiğitçe vuruşması ile Timur'un ve babası Beyazıt'in dikkatini çeken Şehzade Mehmet, savaşın kaybedildiğinin anlaşılması üzerine beylerinin zoruyla meydandan çıkarılmış ve karanlıklar arasında kaybolmuştu. Sarsılan ve parçalanan devleti tekrar toparlama yolunda girişilecek bu mücadelenin de ne kadar
karanlık, çetin ve uzun bir yol olduğu çok geçmeden görülecekti.

    İşte Şehzade Mehmet on dört yaşında bu yükü omuzlarına yüklenmiş olarak gidiyordu. Yıldırım Beyazıt'ın ülke sınırlarına diktiği hak ve adaleti koruyan bekçiler ortada kalkmıştı. Padişah'ın kılıcının tesiriyle sakin duran Anadolu beyleri ve gönlü bağımsızlık ateşi ile tutuşan nice şakiler için fırsat günüydü.

    Timur'dan güç ve kuvvet bulan bu gruplardan her biri bir bölgeye sahip olmak üzere bayraklarını
dalgalandırarak harekete geçmişlerdi. İşte Çelebi Mehmet henüz Tokat ve Amasya yöresine yöneldiğinde, ilk saldırı ile karşı karşıya kaldı.

    Candaroğlu hükümdarı İsfendiyar Bey, fırsatı kaçırmak üzüntü kaynağı olur sözüne uygun olarak, kız kardeşinin oğlu Kara Yahya'yı büyük bir kuvvetle Çelebi Mehmet'in yolunu kesmek için göndermişti.
Şehzadenin yaşının küçük oluşu, tecrübesizliği bir yana, Osmanlı ordusunun da dağılmış olduğuna bakarak durumu değerlendirmek istemişti.

    Çelebi Mehmet önce yanındaki küçük birliğe yüreklere güç veren, korkaklık duygularını silip süpüren yiğitçe bir konuşma yaptı. Ardından yol kesicilerin üzerine atıldı. Şiddetli hücum karşısında kalabalık şaki gurubu perişan oldu. Sinek sürüleri gibi dağıldı. Kara Yahya yüz döndürüp Tosya kalesine kaçarken, kılıçtan kurtulabilenler dört bir yana dağıldılar.

    Bolu'da atının dizginlerini çeken Çelebi Mehmet burada birkaç gün kalma kararı verdi. Savaş sonrası durumu öğrenmek için dört bir yana casuslar gönderdi. Ne tarafa gitmek uygundur? Hangi bölge daha güvenlidir? konuları üzerinde maiyetindekiler ile müzakereye başladı.

    Şehzade Mehmet Bursa'ya yönelmek ve keremli atalarının Anadolu'daki merkezini koruyup savunmak istediği fikrini ortaya attı. Ancak gün görmüş beyler, bu teklifi uygun bulmadılar. Askerimiz az ve yorgun iken, sayısız askere sahip düşman arasına atılmak akıl alır bir iş olmaz. Şimdi yapılacak iş geride durmak, Amasya ile Tokat arasına yerleşip ortaya çıkacak durumu gözlemektir.

    Hem sözü edilen bölgede pek çok direnme noktaları mevcuttur. Bu yörede Timur'un tavır ve davranışlarını bir müddet takip etmek ona göre vaziyet belirlemek yerinde olacaktır, dediler. Bu müzakereler yapılırken casuslar da döndüler. Timur'un yaptıklarını, Aydınili'nde kışlama kararı aldığını Osmanlı ülkesinde baş gösteren kargaşayı, kardeşlerin durumunu ve Beyazıt Han'ın sıhhat ve selamet haberlerini bildirdiler.

    Bu bilgiler üzerine Amasya'da beklemenin daha uygun olacağı anlaşılarak yöreye hareket edildi. Oysa Amasya, Canik, Tokat, Niksar ve Sivas şehirlerinden oluşan Orta Anadolu bölgesi,  Beyazıt'ın saltanatının son yıllarında hakimiyet altına alınmış olup son derece karışık bir siyasi yapıya sahipti.

    Nice güçlü, kudretli yerli beyler faaliyet gösteriyordu. Bunlar arasında Kara Devletşah, Kubadoğlu, Gözleroğlu, Köpekoğlu, İnaloğlu ve Kadı Burhaneddin Ahmet'in damadı Mezid Bey en kuvvetlileri olarak
göze çarpmaktaydı. Şimdi bu beylerin her birisinin istiklal davasına girişeceği, hakimiyet mücadelesi vereceği anlaşılıyordu.

Sokrates İntahar Etti

    Sokrates nasıl ölmüştür? Olayın artık alışık olduğumuz tanımlamalarına göre huzur içinde öteki dünyaya göçmüştür. Aslında nasıl ölmüştür peki? Korkunç, dehşet verici bir şekilde ölmüştür. Baldıran zehirini içtikten sonra, vücudunda kasılmalar başlamış, midesi bulanmış, kusmuş ve sonra felç olmuştur.

    Sokrates'in sakin bir onurluluk içinde öldüğünü söyleyen büyük Platon (Eflatun)dur ama şimdi artık biliyoruz ki, Platon yalan söylemiştir.

Drakula İnsandı

    Drakula gerçek bir insadır. Bram Stoker onu hayalinden uydurmuş değildir.  Kuşkusuz, gerçek Drakula gündüzleri karanlık bir kutunun içinde uyumazdı. Masum bakirelerin kanını emerek de canlılığını korumazdı. Ama Transilvanya'da bir şatoda yaşamıştır. Şeytanın ta kendisine benzerdi. İnsan öldürmekten de hoşlanırdı.

   İnsanlar vampirler konusunda pek heyecanlıdırlar. ama Drakula gibi canlılar daha iyi katillerdir. Drakula'nın meslek yaşantısının doruk noktasının 24 bin Türk'ü öldürdüğü söylenen 1460'lı yıllardır. Drakula da, halkı da bunun iyi bir dava uğruna yapılmış olduğunu düşünmüş olabilirler. Tarihçi Craig Conant'ın işaret ettiği

Ya Dirisi Gelseydi

    Çelebi Mehmet ağabeyi Musa ile bir kez daha saltanat mücadelesine girişmek üzere, atının dizginlerini Rumeli yönüne çevirmişti. İşte bu sırada Karamanoğlu Mehmet Bey'de Anadolu'da ortaya çıkan otorite boşluğundan istifade etmek üzere harekete geçti.

    Şayet daha evvelki mücadelelerde olduğu gibi Musa Çelebi, Çelebi Mehmet'e galip gelecek olursa Anadolu'da hakimiyeti ele geçirmek istiyordu. Bu maksatla bütün kuvvetleriyle Osmanlı topraklarına doğru hücuma geçti. Zulüm, yaramazlık ve fesat kanatlarını açarak ülkeye zarar ve ziyan vermeye girişti.

    Yağma ve vurgun amacıyla Bursa üzerine yürüdü. Bursa muhafızı Hacı İvaz Paşa kaleyi savunabilmek için gerekli tertibatı almış bulunuyordu. Şehrin zaptının kolay olmayacağını gören Karamanoğlu işi zamana bırakmaya karar verdi. Bursa'ya doğru akan Pınarbaşı suyunu Çelmiz deresine doğru akıtarak hisarda bekleyenleri susuz bırakmayı böylece teslim olmaya zorlamayı düşündü.

    Bu iş için usta ve ameleler ile gerekli malzemeyi getirtti. Hacı İvaz Paşa durumu anlayınca, onları bu işten vazgeçirmek üzere kale koruyucuları ile zamanlı zamansız saldırılar düzenlemeye başladı. Osmanlı askerleri süratle Karamanlılar üzerine saldırır ve esir ettikleri kimseleri kale burcunda sallandırırlardı.

    Bu durum karşısında Karamanoğlu, bir gece askerine ateşler yakıp meşaleler hazırlamalarını ve Kaplıca yolundan dağa çıkmalarını, kaleyi göz altında tutan yere tırmanmalarını emretti. Bu şekilde şehrin eteklerine tırmanan Karamanlı askerler halka şöyle seslendiler:

    Ey kanlarına susadığımız, kılıçların dişleri arasında parçalanmaya layık olan gafiller! Bunca kalabalık bir ordu bize imdada geldi. Yarın sabah olur olmaz, savaşa başlanacak ve yürüyüş gerçekleştirilecektir. Ondan sonra cenkten kaçmanız ve kaleyi teslime kalkışmanız sizler için utanç olur. Yarın görürsünüz ki size nice oyunlar gösterilir.

    Hacı İvaz Paşa ise Karamanlının hilesine alışıktı. Ancak tedbiri elden bırakmayıp gizlice dışarıya bir kaç adamını çıkardı. Bunlar gece karanlığından istifade ile etrafı gezip gerçek durumu anladılar. İvaz Paşa durumu öğrenince dakika kaybetmeyip seçme bahadırlarını Kaplıca kapısından dışarı çıkardı. Bu kuvvetler tepedeki Karaman askerleri ininceye kadar Karaman ordugahına büyük bir baskın verdiler.

    Elde ettikleri ganimetlerle tekrar kaleye döndüler. Ancak uzun süren kuşatma sonucunda kalede olan halk sıkıntıya düşmüş, her bakımdan bıkkınlık getirmiş bulunuyordu. İvaz Paşa dahi atılan oklar sebebiyle birkaç yerinden yar almıştı. Böyle bir duruma rağmen Çelebi Mehmet'in düşmanı bozguna uğrattığı haberi geldiğini yakında kendisinin de ulaşacağını bildirip halk ve gazileri gayrete getirdi.

    Gerçekte bir ilgisi olmayan bu gibi haberlerle kaledekileri teskin eder, gönüllerini ferahlandırırdı. Böylece tam otuz dört gün geçti. Kaledekilerin durumlarının iyice kötüye gittiği bir sırada ansızın şehre doğru kalabalık bir kafilenin gelmekte olduğu görüldü. Bu Musa Çelebi'nin cenazesiydi.

    Karamanoğlu Mehmet Bey bu haberi öğrendiği anda direnme gücünü yitirdi. Korku yüreğine oturdu. Keder ateşi içini yakıp dağladı. Çelebi Mehmet'in artık her an gelebileceğini düşünerek pişmanlık
ve korku içerisinde kaçış yolunu tuttu. Geçtiği yerleri alev alev yaktı.

    Karamanoğlu'nun Harman danası lakabıyla anılan bir nedimi vardı. Gayet şişman ve pek güleç olup
çevresine neşe saçardı. Kaçtıkları sırada at tepmekten yorulmuş, canından bezmiş olduğu halde
Karamanoğlu'na hitapla :

    Han'ım Osmanoğlu'nun ölüsünden böyle kaçınca, dirisi gelmiş olsaydı ne eder, ne yapar, nereye
giderdik diye sordu.

    Karamanoğlu gerçek olan bu latifeden fena halde alındı. Yüzünün her kılından terler dökülerek gazaba geldi. Uygunsuz küfürler savurdu ve zavallıyı hemen orada bir ağaca astırıverdi. Ancak içindeki korku gittikçe artıyor bir an önce Konya'ya ulaşmak üzere can atıyordu.

Bir İsyan ve Bir İhanet ( Çelebi Mehmet )

    Çelebi Mehmet Han'ın kardeşi İsa ile mücadelesinde Aydın, Saruhan, Teke ve Menteşe Beyleri İsa'nın tarafını tutmuşlardı. Ancak Çelebi Mehmet'in ağabeyine karşı üst üste galibiyetleri üzerine beyler
bölgelerini koruma çabasına düştüler.

    Çelebi Mehmet ise aleyhinde tertip olunan bu ittifakı dağıtmak üzere harekete geçmişti. Saruhan Beyi Hızır şah yakalanarak idam olunurken Aydın oğlu Cüneyt Bey ile Germiyanoğlu Yakup Bey itaatlerini arzettiler. Özürler dileyip bir daha aleyhinde bulunmayacağına dair söz verdiler.

    Cüneyt Bey'in bu bağlılığı uzun süre devam etti. Ancak bu dünyada rüzgar her zaman insanoğlunun istediği gibi esmez. İnsan bazen sıhhatli bazende hasta olur. Ay kimi kez dolunay halindeyken kimi kez de küçülür.
Denizlerdeki gel git olayına benzer şekilde hükümdarların da güçlü ve güçsüz devreleri olur.

    İşte Çelebi Mehmet'de Musa ile girdiği mücadelenin ilk safhasında bozguna uğrayıp geri çekilmek zorunda kalmıştı. Çelebi Mehmet'in durumunun sarsıldığı, Musa'nın ikbal güneşinin parladığı görülünce
yüreğinde fesatlık ateşi bulunanlar derhal ortaya çıktılar.

    Bunlardan biri de Aydınoğlu Cüneyt bey idi. Padişah'ın bozgunluk günlerini fırsat bilerek çevresindeki topraklara el attı. Osmanlıların Aydıneli valisini öldürerek Ayasluğ'u zaptetti. Cüneyt Bey'in faaliyetlerinden haberdar olan Çelebi Mehmet derhal beylerine emirler göndererek toplanmalarını bildirdi.

    Firuz Beyoğlu Yakup Bey komutanı olduğu Ankara kalesinin, Karaman sınırında olması dolayısıyla boş bırakılmayacağını bildirip özür beyan ederek gelemiyeceğini arzetti. Yakup Bey daha önce
Ankarayı Timur Han'a karşı kahramanca müdafaa etmişti. Çelebi Mehmet'e ise ilk itaat eden ve destek
veren beylerdendi.

    Belki özrü yerinde ve mantıklı idi. Ancak Çelebi Mehmet'in fikrinde İzmir'i ele geçirmek ve hakimini cezalandırmak yatıyordu. Ayrıca Rumeli'de uğranılan bozgundan sonra ordusunun toplanmasında büyük menfaat görüyordu. Bu itibarla Yakup Bey'in sergilediği tavır Çelebi Mehmet'i fevkalade üzmüş bulunuyordu.

    Çelebi Mehmet'in üzerine geldiğini duyan Cüneyt Bey ise İzmir'e çekildi. Çelebi Mehmet süratle hareket ederek İzmir'i kuşattı. Menteşe, Sakız, Midilli donanmaları ve Rodos şövalyeleri kendisine yardımcı oluyordu. On günlük bir muharebeden sonra Cüneyt, karşı koyamayacağını anlayıp kaleyi teslim etti.

    Çelebi Mehmet İzmir'in surlarını birçok yerinden yerle beraber etti. Ayrıca Rodos şövalyelerinin yarıya kadar yaptırdığı muazzam kaleyi de bir gece içinde yıktırıverdi. Bu durumu gören Rodos şövalyeleri üstad-ı azamı Çelebi Mehmet'e gelerek olayı şiddetle protesto etti.

    Şayet kalenin yapılmasına müsaade edilmezse Papa'nın da katılacağı büyük bir haçlı donanması tertiplenmesi için çalışacağını söyleyerek tehditler savurdu. Padişah üstad-ı azamın tehditlerini sükunetle dinledi ve sonunda dedi ki :

    Ben isterim ki yer yüzünde bulunan Hristiyanların cümlesine lütufta bulunayım, iyilik edeyim. Ancak kendi tebaamın da saadetini düşünmek zorundayım. Bu kale bir korsan yatağı olup Müslümanlara çok zarar veriyordu. Timur Han burasını yıkmakla umumun övgüsüne mazhar olmuştu. Şimdi ben tekrar yaptırmakla lanetlemi anılayım. Ancak Karya ( Muğla ), Klikya ( Batı Antalya ) hudutlarında sana bir yer vereyim. Oraya kaleni inşa et.

    Üstad-ı azam oranın Menteşe beyine ait olduğunu söylemesi üzerine Çelebi Mehmet : Benim sana verdiğim bana aittir. Çünkü Menteşe beyi benim ancak bir memurumdur, diyerek meseleyi halletti. Böylece gelişebilecek bir tehlikenin önüne şimdilik set çekmiş oluyordu.

    Şövalyeler ise bugün Bodrum denilen eski Halikarnas'da Petraniyum kalesini inşa etmeye başladılar. Öte yandan Cüneyt Bey, affedilebilmesi için başta validesi olmak üzere hatırı sayılır nice aracıları harekete geçirmişti. Özürlerini ve pişmanlıklarını iletip bu kerede hoş görülmesini, affedilmesini, ettiği
edepsizliklere bakılmayıp ihsan ile muamele olunmasını rica etti.

    Nice gün görmüş zatın gelerek istirhamda bulunması Çelebi Mehmet'in merhamet ve lütuf damarlarını kamçıladı. Nihayet huzuruna çıkarak saygı ile elini öpen ve yeminlerle bağlılığını bildiren Cüneyt Bey'i affetti. Ancak beyliğini Bulgar kralının Müslüman olan oğlu Aleksandır'a verdi. Cüneyt'i ise Rumeli'de Niğbolu sancağına tayin etti (1414).

    Çelebi Mehmet İzmir'den sonra bağlılıktan dönenlere bir ibret dersi olmak üzere Ankara'ya yürüdü. maksadı Yakup Bey'i cezalandırmaktı. Yakup Bey'de bu gelişin anlamını kavramıştı. En yakın adamlarıyla gizlice yola çıkarak padişahın otağına geldi.

    Akla yakın belgelerle padişahın gazabını söndürmeye çalıştı. Ancak padişahın gönlünde oluşan kırgınlığı gideremedi. Kendisine bağlı bir beyin zor dönemde çağrısına olumsuz karşılık vermesi Çelebi Mehmet'i
oldukça üzmüş ve kızdırmıştı. Yakup Bey'i pek takdir etmesine rağmen diğer emirlerine örnek teşkil
etmesi için öldürülmesini emretti.

    Ancak diğer emirleri padişahın kızgınlık ateşini giderebilmek için büyük gayret sarf ederek şöyle dediler:

Ey düşmanı perişan eden keremi bol padişah
Lütfun karşısında düşmanlar kapında baş eğer
Gönülleri avlamak bil ki kerem ile olur
Yoksa bel bağlayanlar hırçınlıktan kaçıp gider

Başarıyı az bulduysan ağır söz söyle ama
Hemen öldürmek cezalandırmak mı icapeder
Öldürmek korku vermesin, hakkıyla ceza olsun
Pişman olunca dirilmez tek sözünle ölenler

Hemen de yok olur habbecikler suya düşünce
Damlacıkları çevirmek mümkün olmazsa eğer
Belki de bu söylediklerinde hiç yalan yoktur
Şimdi dedikleri aydınlanmamış olsa meğer

Yaptıkları ile değerini tartıp ölçme onun
Şöyle bir haline acısan, ona cihan değer
Osmanoğulları'nın töresi şefkat değil mi
Senin de atalarının yolunu tutman yeter

Emirler ayrıca bu ayrılık ve kargaşa günlerinde tanınmış, tecrübeli bir beyi öldürmenin uygun olmayacağının söylediler. Çelebi Mehmet Han bu görüşler üzerine Yakup Bey hakkındaki kararını geriye bıraktı ve Bursa'ya
döndü. Yakup Bey'e gösterdiği ihmalkarlığın sonuçlarını bildirtti. Yakup Bey ise, ağır yeminlerle itaat duygularını açıklayıp buna dair deliller gösterip tutumunun sebebini anlatmaya çalıştı.

    Bütün bu gelişmelere rağmen padişah,savaş esnasında söz dinlememeyi bir türlü içine sindiremiyordu. Beylerini de üzmek istemediğinden Yakup Bey'i öldürmeyip Tokat'ta Bedevi Çardak' ta hapis tutulmasını emretti.

Osmanlının Cömertliği

Meşhur Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazâde, Samsun'un fethiyle ilgili şöyle bir olay nakletmektedir. Sultan Çelebi Mehmet zamanına kadar Müslüman ve Gavur Samsun olmak üzere iki ayrı gruptan oluşmaktaydı. Bu ikisi devamlı surette cenk eder dururlardı.

    Bir gün Sultan Mehmet'e haber geldi ki: Gavur Samsun yanmış yahut ki yıkılmış, ahalisi gemilere binip savuşmuşlar.. Gelişen bu durum üzerine Mehmed Han, Rum beyler beyisine: Varıp Samsun'u teslim ala yazılı bir ferman göndermiş.

    Biçeroğlu Hamza Bey, Ferman sultanımındır diyerek süratle Samsun üzerine yürüdü. Şehrin Cenevizliler elindeki kısmını kolayca zaptetti. Ardından Samsun'un İsfendiyaroğlu elindeki Müslüman kısmına yöneldi. Hamza Bey'in teslim teklifini İsfendiyaroğlu Hızır Bey şiddetle reddetti.

    Padişah gelmeden, kimseyle anlaşmam. İsterseniz cenk edelim, diyerek tavrını ortaya koydu. Hızır Bey'in bu sözleri ve uzun süre direnmesi üzerine Sultan Çelebi Mehmed önce Merzifon'a oradan da Samsun'a geçti.
Padişah'ın gelişi üzerine İsfendiyaroğlu kaleden çıkarak huzura geldi. Büyük bir saygıyla:

    Bütün ülkem, Devletli sultanımındır, diyerek şehrin anahtarlarını teslim eyledi. Şehzade Murad'ın lalası ve Rum beylerbeyisi Biçeroğlu Hamza Bey, dayanamayıp sordu: Be hey İsfendiyaroğlu!.. Bizi uğraştırdın durdun. Sultanımız gelince, savaşa girmeden Hisar'ı teslim ettin. Bunun sebebi nedir?

İsfendiyaroğlu bu sözlere: Bunun iki sebebi vardır. Birincisi; Osmanoğlu Hânedanı, cömertçe veren el'dir. Umulur ki, bizi boş çevirmez. İkincisi: Bizim geçimimiz Gavur Samsun yüzünden idi. Madem ki o, sizin oldu. Bizim de maişetimiz size geçti.

    Artık hisarı teslim etmek vacip oldu. Sultan Çelebi Mehmed bu sözlerden fevkalade memnun kaldı. Hızır Bey'e pek çok ihsanlarda bulunarak hoşnut kıldı,gönlünü ve kalbini kazandı.

İlk Büyük İç İsyan


    Sultan Çelebi Mehmet, biraderi Musa Çelebi'yi bertaraf ederek hükümdar olunca Şeyh Bedreddin'i kazaskerlikten azletti. İlim ve faziletine hürmet göstererek iki oğlu ve kızıyla birlikte İznik'te ikamete mecbur etti ve kendisine bin akçe maaş bağlattı.

    Şeyh Bedreddin ise siyasi ihtirasları sebebiyle bir türlü bu durumu kabullenemedi.  İznik'te bir taraftan eser telif ederken diğer taraftan kendisini ziyarete gelenlerle görüşüyor ve onları tam bir propagandist olarak memleketlerine yolluyordu. Kısa zamanda çevresinde geniş bir mürit ve sempatizan çevresi oluşturmayı başarmıştı.

    Vaziyetin istediği kıvama geldiğini gören Şeyh Bedreddin çocuklarını İznik'te bırakarak hacca gitmek bahanesiyle Kastamonu'ya geldi. Ancak İsfendiyar Bey'den gerekli desteği bulamadı. Bu durumda Sinop'tan bir gemi ile Rumeli'ye geçti. Sırasıyla Kefe, Zağra, Silistre ve Dobruca'yı geçip şii-batıni kimselerle meskun olan Deliorman'a yerleşti. Süratle her tarafa adamlar göndererek propoganda alanını genişletti. Tarafları süratle artıyordu.

    Bedreddin, Anadolu ve Rumeli'de yıllarca süren iç mücadelelerden yeni kurtulmuş olan Osmanlı Devleti'ni gafil avlayarak, şeyhlikten şahlığa geçmek istiyordu. Hangi din ve mezhepten olursa olsun herkesi cemiyetine davet ediyordu. İzmir körfezinin güney ucunda ve Sakız adası karşısındaki Karaburun'da mevzilenen Börklüce Mustafa çevresine on bine yakın müridi toplayınca, ilk isyan hareketini başlattı.

    Sultan Çelebi Mehmed, Börklüce Mustafa'nın üzerine Bulgar kralı Şişman'ın Müslüman olan oğlu ve İzmir sancakbeyisi Aleksandır'ı gönderdi. Ancak Börklüce Mustafa, Karaburun geçitlerinde verdiği baskınlarla Aleksandır ile adamlarının büyük bölümünü katletti İş tehlikeli ve ciddi bir maceraya doğru sürükleniyordu. 
    Bu defa Saruhan sancakbeyisi Timurtaş zâde Ali bey, kuvvetleriyle harekete geçti. Ancak Börklüce Mustafa'nın yanındakiler kendisine ölümüne bağlı ve sadıktılar. Ali bey yapılan saldırılardan bir kaç adamı ile zor kurtuldu. Börklüce'nin başarıları Torlak Kemal ve Şeyh Bedreddin'in de faaliyetlerini artırmaları Çelebi
Mehmet'i büyük bir sıkıntıya soktu. 

    Diğer taraftan kardeşi Mustafa Çelebi (Düzmece Mustafa) de hükümdarlık iddiasıyla ortaya çıkarak Teselya ve Selanik taraflarında harekete geçti. Bu itibarla padişah, vezir-i azam Bayezid Paşa ile henüz on iki yaşındaki oğlu Murad'ı Börklüce isyanını bastırmağa memur etti.

    Osmanlı kuvvetleri evvela yollardaki büyük küçük asi gurupları temizlediler. Böylece evvelkiler gibi iki ateş arasında kalmamış oluyorlardı. Nihayet Börklüce kuvvetlerini Karaburun eteğindeki dağda büyük bir bozguna uğrattılar. Ancak Osmanlılar da epeyce kuvvet kaybetmişlerdi. Bayezid Paşa, Börklüce ile birlikte yakalananları Ayasluğ'a getirdi. Sorgulama sonunda isyanın başının Şeyh Bedreddin olduğu ortaya çıktı. 

    Asiler idam edilirken Yetiş Dede Sultan diye bağırıyorlardı. Börklüce de elleri bir tahtaya çivilenmiş olduğu halde şehirde gezdirildikten idam edildi. Nitekim taraftarları onun ölümsüzlüğüne inanıyorlardı. Şehzâde Murad ile Beyazıt Paşa, Börklüce de isyanını etkisiz hale getirdikten sonra Torlak Kemal'in üzerine gittiler. 

    Etrafına üç bin kadar isyancı toplanmış olan Torlak Kemal kısa sürede bozguna uğratıldı. Asiler yakalanarak öldürüldü. Böylece Anadolu'da başlamış olan ilk şii-batıni isyanları bastırılmış oldu. Bu isyanların asıl mümessili Şeyh Bedreddin ise Rumeli'de ki işlerine devam etmekteydi. Ancak Anadolu'da isyanların bastırılması taraftarlarının moralini iyice bozmuş bulunuyordu.

    Çelebi Mehmed Selanik ve Teselya civarında yeni bir isyan hareketi başlatan biraderi Mustafa (Düzmece) üzerine giderken Bayezid Paşa'yı bu kez Bedreddin'in üzerine sevketti. Osmanlı kuvvetlerinin gelişi üzerine Şeyhin yanındakilerin büyük kısmı kaçtılar. Dolayısıyla Bayezid Paşa küçük bir çarpışmadan sonra Bedreddin'i yakaladı ve padişah'ın bulunduğu Serez'e gönderdi.

    Çelebi Mehmed Han Şeyh Bedreddin meselesinde Osmanlı adaletini ve hukuk yapısını gösteren örnek bir davranış daha sergiledi. Devletin sosyal yapısını bozacak fikirler ortaya atan tahrik ve teşvikleriyle büyük bir isyana sebebiyet veren binlerce insanın ölümüne yolaçan Şeyh Bedreddin'i alimlere havale etti.

    Bir rivayete göre Şeyh Bedreddin böyle bir suçu işleyenin cezasının idam olacağını bizzat kendisi de ifade etmiştir. Karar üzerine Serez pazarında idam olunan Bedreddin'in malları varislerine dağıtıldı (1420).
Böylece Şeyh Bedreddin gailesi tümüyle ortadan kalkmış oluyordu.

    Şeyh Bedreddin Mahmud, din ve fen ilimlerine vukufiyeti, Camiü'l - Fusuleyn ve letaifü'l -İşarat gibi fevkalede muteber tutulan eserleri dolayısıyla alimler arasında müstesna bir mevkii işgal etmiştir. Ancak o batıni fikirlere yer verdiği tasavvuf sahasındaki Varidat isimli eseri dolayısıyla büyük mutasavvıfların tepkisini çekmiş ve tenkitlere hedef olmuştur. Onun bu nevi görüşleri arasında:

    Cennet ve cehennem umumun zannettiği gibi olmayıp dünyadaki iyilik ve kötülüklerin ruhlardaki acı ve tatlı tezahürleridir. Bu alem sonradan yaratılmış olmayıp kadimdir. Öldükten sonra yeniden dirilme vaki olmayacaktır. Dolayısıyla bedenlerin haşri mümkün değildir. Melek ve şeytan birer varlık olmayıp iyilik ve fenalık kuvvetleridir. İşte Ehli sünnet akîdesine uygun olmayan bu şekildeki tevil ve yorumları Bedreddin'in tenkit edilmesine yolaçmıştır.

    Büyük mutasavvıf Aziz Mahmud Hüdayi Sultan I. Ahmed Han'a yazdığı tezkiresinde ondan, asılmış ve Allah'ın gazabına uğramış bulunan Şeyh Bedreddin, diye söz ederken; Alim ve tarihçi İdris-i Bitlisi ise Heşt Behişt adlı eserinde; Şeyh Bedreddin, dünya zevklerinden kaçan ve mücahede ile günlerini geçiren muhterem bir kimse iken ilim ve ibadeti iblisin taati gibi bencillik ve böbürlenmesine sebep olmuştur. 

    Bu ise onun kamil bir mürşidden feyiz almamış olmasından kaynaklanmıştır, demektedir. Öte yandan Şeyh Bedreddin'in eserlerinde bir fikir olarak rastlanmadığı halde müridlerinden Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal'in bazı uygulamaları da şeyhin eleştirilmesine yolaçmıştır.

Zira saltanat kurmak için meydana çıkanlar veya muvaffak olanlar devrin şartlarına uygun olarak, bu hareketlerini meşru göstermek için kendilerini eski hükümdar sülalelerinden birine mensup gösterirlerdi. Hatta bunu ispat için uydurma silsilenâmeler tertip ettirenler de pek çoktur.

Murat'ıma haber salın

    Sultan Çelebi Mehmet,1420-1421 kış mevsimini Bursa'da geçirdikten sonra ilkbaharda Gelibolu
üzerinden Edirne'ye geldi. Burada tertiplediği bir av sırasında hastalanarak atından düştü. Yanında bulunan yakın adamları padişahı derhal kaldırarak saraya getirdiler.

    Padişahın bu ani rahatsızlığından heyecanlanan askerler onu görmek istediler. Çelebi Mehmet Han zorlukla da olsa devlet büyüklerinin huzuruna çıktı, askere göründü. Sağ oluşu büyük bir sevince yolaçtı.
Sakalları sık, göz rengi siyah, alnı geniş, yüzü güleç Çelebi Mehmet Han düşmanları tarafından bile seviliyordu.

    Rahatsızlandığını duyan Bizans imparatoru Manuel, hemen bir elçi göndererek hatır sordurmak istedi. Tedbirli Sultan, Elçi Leondari Dimitrius'u hemen kabul etmiş; birkaç gündür keyifsiz olduğunu, iyileşince daha uzun görüşebileceklerini bildirmişti. Elçi de, İmparatorun acil şifalar dilediğini arz etti.

    Bu elçinin gelişine fevkalade üzülen Çelebi Sultan, derhal vezirlerini topladı. Baka lalalarım!... dedi.
Allah'ü alem gayrı, bu hastalık bizi sevdiklerimize kavuşturur... Tiz Ekber evladımız Murad'a haber salasız. Acele ile devletimize sahib ola. Askerciklerime dahi söyleyin ki, haklarını helal edeler. Siz dahi, cümle hukukunuzu taleb idesüz...İlla, Murad'ı haber salmakta gevşeklik göstermeyesüz.

    Gerçekten ertesi günü, ruhunu Hakk'a ısmarladı. 1421 Haziran sonları...Amasa'da bulunan Şehzade
Murat kısa zamanda haberdar edildi. Ancak padişahın vefatı, gizli tutuldu. Edirne sarayında tahnit edilen
cesedi, Murat Han'ın hiç olmazsa Bursa'ya geldiği haberi duyuluncaya kadar, askerden ve halktan saklandı.

    Leondari herşeye rağmen öğrendiği haberi, İmparatora ulaştıramadı. Çünkü bütün yollar tutulmuştu. Deniz yoluyla haber İstanbul'a vardığında, Murat Han Osmanlı tahtına geçmiş bulunuyordu. Çelebi Mehmet'in asıl endişesi: Bizans'ın elinde bulunan Düzmece Mustafa Çelebi'nin salıverilmesi idi. O zaman Devleti Aliyye topraklarında yeniden kargaşa çıkacaktı.

    Kendisi hayatta iken, Düzmece'yi bırakmayacağına dair İmparator Manuel yemin etmişti. Ama vefatını öğrenince, hemen bırakacağı muhakkaktı. Çelebi Sultan yalnız hayatta iken değil, vefatından sonra bile Devletinin dirliğini düşünüyordu

Allah'ın vurduğuna vurmak fazilet değildir

    Yıl 1910. Cihan arslanı Osmanlı'nın belinin bükülüp, tırnaklarının sökülmeye çalışıldığı bir devir Avrupalı emperyalistler, devlet içinde devlet olmuşlardı. En şımarıkları da İngiliz ve Ruslardı. Sefirleri İstanbul'un en güzel yerlerinde oturuyorlar; babalarının tapulu malı gibi iki dudakları arasında çıkacak her kelimeleri de adeta bir fermanı andırıyordu.

    Devlet adamlarımız bir tarafa sinmiş bir mesele çıkarmamak için de büyük bir gayret sarf ediyorlardı. Her şeye rağmen demir bilekli, mangal yürekli devlet adamlarımız da elbette yok değildi. Beyoğlu'ndan büyük dereye telefon hattı çektirmiş; lakin, telefon direklerinden birkaçı Rus sefaretinin önüne rastlamıştı.

    Tahsin Bey çağrılır. Tahsin Bey vakur, eski Paşalara gıpta ettirecek celadetten ayakta kükrer:
"Devlet-i Aliye birkaç telefon direğini korumaktan aciz ise, kendisini nasıl koruyacaktır."

    Bu haklı ve ezik cevap karşısında Tahsin Bey teselli edilir; mesele çıkmaması hususunda Rus sefiri ile görüşülmesi için ikna edilir.

    Kapıdaki görevliye maksadını söyleyip sefarete girdiği sırada, Rus sefiri ile merdivende karşılaşırlar. Bakışırlar.Sefir: "Bu adam da kimdir. Niye geldi"

"Ekselansları, bu zat Beyoğlu Mutasarrıfı olup, telefon direkleri mevzunu sizle görüşmeye gelmiştir." Ekselansları burnu Kafdağı'nda, gözlerinde alaylı bir bakış, dudakları istihza okları yağdıran bir tebessüm içinde: "Bir mutasarrıfla görüşmem. Gitsin, sadrazamıyla konuşsun, gerekirse o gelip benden rica etsin"
Tahsin Bey boğazı düğümlenmiş, nefesi çekilmiş ve yerin altına girmiş gibi, kendisinden geçmiştir. Dudaklarından çıkan yüzlerce kelimeyi güçlükle yutup tek kelime fısıldar: "Allahım"

    Aradan sekiz yıl geçmiş ve 1918 yılında Rusya'da gerçekleştirilen Komünist ihtilali; Beyaz Ruslar'ın ülkelerini terk etmesine, çil yavrusu gibi sağa ve sola dağılmasına sebep olmuştur. Bunlardan büyük bir grup da aç ve perişan bir durumda İstanbul'a gelmişti. Hayır sever İstanbulluların yardımlarıyla hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlardı.

Tahsin Bey bu seferde Beyaz Rusların arasında dolaşmaktadır. Niyeti Fransızca bilen bir Beyaz Rus bulup oğluna öğretmen tutmaktır. Birini gözü ısırınca soruşturur. Kendisini vaktiyle Rus sefaretinden hakaretler edip kovan sefir olduğunu öğrenince, yıllar öncesini hatırlar.

    Sefir perişandır. Üstündeki elbise, elbise olmaktan çıkıp çaput yamağına dönmüştür. Açlıktan gözlerinin feri gitmiş, yanakları çökmüştür. Alıp evine götürür yedirir, giydirir, cebine de hatırı sayılır miktarda para koyduktan sonra, eski hadiseyi hatırlatacak tek kelime dahi söylemeden geri gönderir.


İstanbul'un Tarihi

    Byzantium dendi, Yeni Roma dendi, Constantinapol dendi, bu stratejik ada bir yanında Marmara Denizi ve diğer yanında eski adıyla Bosforres Boğazı (Boğaziçi) arasında yer alır. Bu dünyanın iki kıta üzerine kurulu tek kentidir. Bu mükemmel konumu kentin yükselip düşmesi ve tekrar yükselmesi için mükemmel bir konum oluşmuştur.

    Nereye baksanız geçmişle güncel iç içe duruyor. Taksiler 1500 yıllık Bizans'ın eseri Ayasofya'nın yanından hızla geçerken, sevgililer bin yıllık Roma Surlarının dibinde yürüyor ve Turistler neredeyse 400 yıllık Sultan Ahmet Cami'nin fotoğrafını çekiyor. Dünyanın bir çok kentinde olup olan budur. Ama İstanbul'da bu daha başlangıç.

    Zamanın örtüsünü kaldırıyor, günümüz evlerini, kalabalık caddelerini ve modern pazar yerlerini gözardı ediyor. Dünyada hiç bir yerde bulunmayan gizli bir tarihi araştırıyoruz.

    Bu iki yeraltı mezarı yada tünelden bahsetmiyorum, bütün bir kentin üzerinde yürüyoruz, tıpkı istiflenmiş tuğlalar gibi tarihin her katı diğerinin daha altında gömülü. Kent milattan önce 7. yy'da Byzantium adlı küçük küçük bir antik yunan balıkçı köyü olarak kuruldu. 200 yıl sonra köy devasa Roma İmparatorluğuna katıldı ve milattan sonra 330 yılında İmparator Constantin başkentini doğuya taşıdığında Constantinapol adını aldı.

    Sonradan Bizans İmparatorluğu adını alacak olan Doğu Roma İmparatorluğu kurulmuştu. 1000 yıldan uzun süre Bizans burada büyüdü. Sonra 1453'de Constantinapol Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildi ve İstanbul oldu. Bundan yaklaşık 500 yıl sonra modern T.C. kuruldu.


   

İstanbul

    Hiç şüphe yok ki doğal afetlerin en tehlikeli ve yıkıcı olanı depremlerdir. Etkili olduğu şiddete göre can ve mal kaybına sebep olmaktadır. İstanbul'da da eski tarihlerden şiddetli depremler olmuş ve bir çok can kaybına mal olmuştur. Teknolojinin gelişmesiyle İstanbul'da yeni yapılan binalar artık depreme dayanıklı olarak inşa ediliyor.

    İstanbul'un tarih boyunca geçirdiği bazı şiddetli depremler hakkında bilgilerimizi tazeleyelim. İstanbul tarih boyunca çok sayıda şiddetli depremler geçirmiştir. Bunların en etkili olanları göz önüne aldığımızda 1509, 1690 ve 1894 yıllarında meydana depremler olduğunu görürüz. Ve bu depremlerde İstanbul'da bir çok bina paramparça olmuştur ve bir çok insan hayatını kaybetmiştir. 

    Eskiden yapıların İstanbul'da ahşap kullanılarak yapılması, umuyoruz ki bu kayıpları biraz azaltmıştır. Elimizdeki kaynakları göz önünde bulundurduğumuzda bu şiddetli depremlerden sonra günümüze ulaşan bir çok ahşap bina vardır. İstanbul ikinci derece deprem bölgesinde yer almaktadır. İzmit Körfezi'nden Marmara Denizi'ne bağlanan Kuzey Anadolu fay hattının çok yakınındadır. Bizans döneminde İstanbul'da yaşanan depremlerin büyük bir kısmı kayıt edilmiştir. 

    Bunlardan uzun süreli ve şiddetli olanları vardır. Örnek vermek gerekirse 554,869 yıllarında yaşanan İstanbul depremlerin 40 gün sürdüğüne dair belgeler mevcuttur. 1346 yılında yaşanan depremde ise belli - belirsiz aralıklarla tam 1 yıl boyunca devam etmiştir. 

    Osmanlı dönemindeki İstanbul'a baktığımızda büyük hasara neden olan deprem 1489 yılında 16 Ocak'ta olmuştur. İstanbul'daki bir diğer büyük deprem ise 22 Ağustos 1509'da yaşanmıştır ve sarsıntıların 45 gün sürdüğü bilinmektedir. Sizde takdir edersiniz ki böyle uzun süren bir deprem bir çok can ve mal kaybına neden olmuştur İstanbul'da. 

    Rakamlara göz attığımızda 1000'in üzerinde ev yıkılmış ve 4000 - 5000 civarında insanda yaşamını kaybetmiştir. Yaralananların tahmini sayısı ise 10.000 civarındadır. Ayasofya, Topkapı Sarayı, Fatih ve Beyazıt Camileri de bu depremlerde hasara uğramıştır. Elimizdeki kayaklara göre denizde büyük dalgalar oluşmuş, Galata Köprüsü ve surları aşmıştır. 

    İstanbul'da yaşanan bu depremler yüzünden halkın bir süre bahçelerde kurulan barakalarda yaşadıkları da elimizdeki kaynaklar arasındadır. Dönemin Padişahı da sarayın bahçesinde kurulan geçici odalarda kalmıştır ve 10 gün sonra Edirne'ye gitmiştir. 

     İstanbul'un uğradığı bu felaketten sonra 2'nci Beyazıt hemen onarım faaliyetlerini başlatmış, Anadolu ve Rumeli'den ameleler getirtmiştir. Para sıkıntısı yaşanmaması için her evden vergi alındı ve iki aylık bir zaman içerisinde büyük onarımlar yapıldı. Ve tarihe Küçük Kıyamet olarak geçti.

    İstanbul'un yaşadığı bir diğer önemli depremden bahsetmek gerekirse 1557 Nisan, 1690 Temmuz ve 1766 Mayıs tarihindekileri sayabiliriz. 1690 yılının Temmuz ayında yaşanan deprem salı akşamı güneşin batışından sonra meydana gelmiştir. Topkapı çevresindeki surların bir bölümünün yıkılmasına, Fatih Camiinin kubbesinin çatlamasına ve minaresinin yıkılmasına neden olmuştur.  Edinilen bilgiye göre deprem bir kaç gün sürmüş, çok sayıda ev yıkılmış ve 20 civarında kişi ölmüştür. 

    İstanbul'da yaşanan bir diğer depreme baktığımızda 1719 yılının Mayıs ayında yaşanmış olduğunu görürüz. Bu depremle birlikte İstanbul'da pek çok binanın bacaları, Yalıköşkü civarında kayıkhanelerin bazıları yıkılmıştır. Surların bir kısmının tahrip olmasına sebep olan bu deprem İzmit Körfezi civarında da etkili olmuştur. Ve üç gün boyunca artçı sarsıntılar hafif şekilde devam etmiştir.

    Elimizdeki kaynaklara göre 1509'daki İstanbul depreminden sonraki en şiddetli deprem 22 Mayıs 1766'da yaşanmıştır. Depremin süre bakımından  uzunluğu hakkında çeşitli bilgiler mevcuttur. Depremin yaşandığı sırada korkunç şekilde gürültüler duyulmuştur. Artçı sarsıntılar 8 ay ile bir yıl arasında sürmüştür. 25 Temmuz tarihinde birincisi kadar şiddetli ve yıkıcı bir deprem yaşanmıştır.

    Padişahın sarayı da zarar görmüş ve padişah şehri terk etmek zorunda kalmıştır. Çok sayıda han, cami, saray hasar görmüş veya yıkılmıştır. Ali Paşa, Kariye, Eyüp Sultan ve Fatih Camilerini hasar görmüş camiler arasında saymamız yanlış olmaz. Şehrin su şebekesinin zarara uğradığı da elimizdeki kaynaklar arasındadır.

    1970 yılının Temmuz ayındaki depreme gelince; o gece sabaha kadar yarımşar saat arayla 5 defa artçı sarsıntı meydana gelmiştir. Ve akşama kadar 4 defa aralıklarla depremler olmuştur.

    İstanbul'da 28 Ekim 1802'de yaşanan depremde bazı haneler ve su kemerleri hasara uğrayıp yıkılmıştır. 10 Temmuz 1894 yılında güneyden kuzeye doğru üç şiddetli sarsıntı kaydedilmiştir. Çok sayıda bina hasar görmüştür. Çadırlar, Mercan, Yağlıkçılar, Bitpazarı tamamen yıkılmıştır. Aksaray, Sultan Ahmet, Ortaköy, Beşiktaş, Fatih uğrayan bölgeler arasındadır.

    Sarsıntılar İstanbul dışında da hissedilmiştir. İstanbul'da 474 kişinin ölmüş, 482 kişi yaralanmış, 387 yapı, 1087 ev, 299 dükkan zarar görmüştür. Sultan 2'nci Abdülhamit depremde çok sayıda can kaybı ve hasar olduğunu öğrendiğinde, yaralı olanların hemen tedavi edilmesinin sağlanmasını, ihtiyacı olanlar için yardım çadırı kurulmasını ve fırınların bol bol ekmek çıkarmasını emretmiştir. Açıkta kalanlara çadır, yiyecek ve para yardımı yapılmıştır.

    İstanbul'da yaşanan bu deprem çok büyük hasara sebep olmuş, neredeyse zarar görmeyen bina kalmamıştır. İstanbul'da Kınalı ve Heybeli Ada'da depremin şiddeti daha fazla hissedilmiştir. İnsanlar çadırlarda ve barakalarda yaşamak zorunda kalmışlardır.

    İstanbul'da yapılan araştırmalar da bilim adamları deprem olmadan önce deniz sularının ısındığını tespit etmişlerdir. 1970 yılındaki İstanbul depreminde hız saniyede 3 kilometre olarak ölçülmüştür. İstanbul'da bilim adamlarının dikkatini çeken bir konu var; yapılan gözlemlerde deprem merkezlerinin bir çok bölgelerinde deprem yaşanmadan önce kırlangıçların korkup yuvaların terk etmeleri.

İstanbul - İstanbul - İstanbul - İstanbul - İstanbul - İstanbul - İstanbul - İstanbul - İstanbul - İstanbul