Şeytanın Tarihi

Önemli Not: Bu tür aldatmalara kanmamak için iyi bir araştırmacı olmak gerekir.

    3000 yıldan da önce, Ortadoğu'nun çöl ve meralarında bilinmeyen kişiler, Tevrat'ın başlangıç bölümlerini yazdı. Şeytanın bir doğum yeri varsa, kesinlikle burasıydı. Kitapta Hristiyanlar'ın Eski Ahit olarak bildikleri bölümün bir yerlerinde İncil'in en eski kopyalarında, şeytan olarak bilinen bir karakter görülür.

    Ama bizim hayal ettiğimiz şeytana hiç de benzemez. Eski Ahit'i okuduğumuzda, gerçekten de sık sık ortaya çıkan "Şeytan" isimli karanlık bir figür görürüz. Şeytan kelimesi aslında bir ünvandır. Kelime "suçlayıcı" anlamına gelir. Ve başlangıçta şeytan, cennette bulunan meleklerden ve iyi taraftan biri gibidir.

    Tanrı'nın hizmetkarlarından biridir ve bir anlamda bazı kirli işleri yapması gerek karakterdir. Bu şeytanın, kendine ait bir gücü yoktur. Sadece Tanrı'nın ona söylediklerini yapar. Boynuzları ve kuyruğu olan korkunç bir yaratık da değildir.

    Tanrı'yla zıt kutuplarda bulunan bir karanlıklar prensi yoktur. Hemen hemen hiç bir kutsal metinde, kötü bir güce dair bir kavram yoktur. Şeytanın ilk kez görüldüğü yerlerden birisi bir melek olarak tasvir edildiği Tevrat'ta bulunan Eyüp kitabıdır.  İncil'de en iyi bilinen hikayelerden birisidir bu. Burada şeytan, Tanrı'nın en sadık hizmetkarlarından birisi olan Eyüp'ün sadece iyi bir hayatı olduğu için inançlı olduğunu iddia eder.

    Tanrı, şeytanın çeşitli hastalıklar ve musibetler yoluyla Eyüp'ü test etmesini kabul eder. Sonunda bütün çektiği acılara rağmen Eyüp, Tanrı'ya tapmaya devam eder. Ve Şeytan tartışmayı kaybeder. Eyüp'ün hayatını bir işkenceye dönüştüren şeytan  bir iblis ve hatta kötü bir melek bile değildir. Cehennemde yaşamamaktadır.  Bizim algıladığımız şekildeki ateşli bir işkence ve azap dolu cehennem kavramı yoktu.

    Hatta eski kaynaklarda, öldükten sonra bize ne olacağıyla ilgili çok az bilgi vardı. Ölünce Sheol isimli bir yere gidiliyordu ve burası karanlık, gölgeli bir yerdi, bir tür yer altıydı. İyi veya kötü olmasına bakılmaksızın ölen herkes buraya gidiyordu.

    O halde bizim bildiğimiz şeytan nerededir? İyiliğin güçleriyle ebediyete kadar savaş içinde olan iblis nerededir? Cehennemi alevlerin içinden yöneten ve günahkarları cezalandıran canavar nerededir? İnsanları, iblis ordularıyla birlikte kötülük yapmaları için ayartan ve böylece ruhları çalmayı amaçlayan sürgün melek nerededir?

    Eğer geleneksel şeytan, Musevilerin Eski Ahiti'nden gelmiyorsa nereden geliyor o zaman? İnsanlık tarihinin başlangıcından beri dünyanın her yerinde insanlar, iblislere ve kötü ruhlara inanıyordu. Bazıları bizim bildiğimiz şeytanla ortak özelliklere sahiptir. Boynuzlar gibi ama hiçbiri şeytan kadar güçlü değildir. O halde insanlar, bu "en güçlü kötülük timsali varlık" fikriyle ilk kez ne zaman tanıştı?

    3500 yıl önce antik Pers uygarlığında yani şu anda Suriye, Irak ve İran olan topraklarda iyi ve kötü olan pek çok tanrı vardı. Ta ki Zerdüşt isimli dindar bir öğretmen bütün bu karmaşık karakterleri 2 taneye indirgeyene kadar.

    Zerdüşt bir devrimcidir. Çünkü bu etik kavramlara bir anlamda kişilik kazandırmıştır. Ahura Mazda isimli iyi tanrı ve Ehrimen isimli kötü tanrı. Ve bu, düalist düşünce sisteminde sonradan ortaya çıkan kavramlar için çok güçlü bir temel olmuştur. Diğer bir değişle, iyi ile kötünün ayrımında temel oluşturmuştur.

    İyi tanrı, her şeyi bilen Ahura Mazda'dır. Işığın ve düzenin tanrısıdır. Kötü tanrı Ehrimen'dir. Kaosun, karanlığın ve yalanların tanrısıdır.

İnanç Sınavı

    Bütün dinler, insanların belli bir inanç sistemini kabul etmesini ister. Ama inançların bazı yorumları bağlılıktan çok daha fazlasını ister bunlar dinlerin sınırlarını korkutucu, hatta tehlikeli şekillerde aşar. Bazı toplumların inanç sınavı olarak gördüğünü diğerleri tabu diyebilir.

    Küçük Güney Pasifik adası pentakos belki de dünyanın en tehlikeli inanç sınavının yapıldığı yer. Buranın halkının çoğu yağmur ormanlarının bereketine bağlı analistik inançları sahip. Günlük yaşlıları tanrının buyruklarını garanti altına almak için bir ayin düzenliyorlar.

    Karadalışı denen çarpıcı ve korkutucu bir gösteri de genç erkekler ve kimisi 5 yaşında olan oğlan çocukları hayatlarını riske atıyorlar. Onları yere çakılmaktan sadece iki narin asma koruyor. Bu Banci Jamping adası ama burada toplumun hayatta kalabilmesi için bir adım olarak görülüyor. 

    Ölüm tehlikesini göze almak, sanırım insanlığın kendisi kadar eski bir dini uygulama. Adada ŞEF BİBİ köyünün töreninde başkanlık ediyor.

    Bazı tahminlere göre karadalışının 1500 yıllık geçmişi var. Tam olarak nasıl doğduğu bilinmiyor ama yerel analizim diniyle bir ilgisi var. Buranın halkı kendilerinden adaklar isteyen bir ruh alemine inanıyorlar. Başta, dalıcılar yer elması hasatından sonra tanrılara şükranlarını göstermek ve bereketin devamını garantilemek için atlarlardı. Geleneğe göre atlayanın omuzlarının yere değmesi ve toprağın bereketini bir sonraki çekiç için artırması gerekiyor.

    Pentakos Adası 19. yy'da Fransızlar ve İngilizler tarafından sömürgeleştirildiğinde  Hristiyan misyonerler bu uygulamayı yasaklamaya çalıştı ama buradaki insanlar için toplumun geleceği tehlikedeyken kendi hayatını tehlikeye atmak çok anlaşılır bir durum.

    Vali Köyü adada her yılın Nisan ve Mayıs aylarında karadalışı törenleri düzenleyen birçok köyden biri. Köyde, gelecek nesil babanın izinden yürümeye istekli. İnanç sınavı atlama gününden çok daha önce başlıyor. Her erkeğin kendi asmasını bulup toplaması gerekiyor. 

    Tanrıların huzurunda yaptıkları seçim ölümle yaşam arasındaki farkı belirleyebilir. Çünkü asmanın kopması yüzünden en az bir kişi ölmüş, yere düşmüş ve beli kırılmış. 

    
    

Kendi İcatlarıyla Ölen Mucitler


  1. Henry Smolinski 1973 yılında icat ettiği uçan arabanın, test uçuşu sırasında sağ kanadının kopması sonucu hayatını kaybetti.
  2. Horace Hunley icat ettiği denizaltını test ederken boğularak hayatını kaybetti.
  3. Marie Curie Radyum ve Polonyum üzerinden önemli çalışmalar yaparken, yeterli önlemleri almadan radyoaktif materyallerle fazla vakit harcaması sonucu Aplastik anemi hastalığına yakalandı ve öldü.
  4. William Bullock icat ettiğini döner-basar makinesinin testi sırasında, yaptığı ufak bir hata neticesinde ayağı ezildi ve kangrenden öldü.
  5. Henry Winstanley uzun uğraşlar sonucu yapmayı başardığı deniz fenerini fırtınalı bir günde terk etmek isteyince boğularak öldü.
  6. Thomas Midgley Jr. icat ettiği engelliler için yatağa yatıran robotun mekanizmasının demirlerine düşünce boğazı kesildi.
  7. Otto Lilienthal icat ettiği planörü test ederken fırtınanın etkisiyle kontrolünü kaybetti ve düşerek öldü.
  8. Li Si icat ettiği işkence sandalyesinde vatan hainliği yaptığı gerekçesiyle idam edildi.
  9. Alexander Bogdanov kan nakli denemeleri sırasında kendisine yanlış veya uyumsuz kan vermesi sonucu hayatını kaybetti.

Tarihteki İlginç Ölümler

1-> Ziyafette sofradan kalmak ayıp olunca, mesanesi fazla dolan astronom enfeksiyondan öldü.

2-> Komedyen, politikacıları yüz üstü bırakmayacağını söyledikten sonra sahnede yüz üstü düşerek öldü.

3-> İsadora Duncan, 1927 yılında, kendisi kadar meşhur eşarbı, bindiği otomobilin lastiğine dolanınca boğularak öldü.

4-> Çöp evde yaşayan iki kardeşten biri, kendi kurduğu bubi tuzağıyla, diğer felçli kardeşse açlıktan öldü.

5-> Christine Chubbuck, canlı televizyon yayını sırasında intihar eden ilk ve tek televizyon muhabiri ünvanına sahip.

6-> Avukat, vurulan kişinin kendi kendini vurduğunu ispatlamaya çalışırken yanlışlıkla dolu tabancayı alıp, kendisini vurmuştu.

7-> Amerikalı oyun yazarı Tennessee Williams, 1983 yılında içki içtiği şişenin tıpasının boğazına kaçmasıyla boğularak ölmüştü.

8-> 1982 yılında, 27 yaşındaki David Grundman, ateş ettiği devasa büyüklükteki kaktüsten kopan parçanın altında kalarak ölmüştü.


İstanbul

    Güzel İstanbul'umuzda ilk yerleşim yerleri Kadıköy'ün Kurbağalı-dere kenarında olduğu bazı kalıntılardan anlaşılıyor. Saray-burnunda yapılan ilk demiryolu inşaatı sırasında yapılan sondajlarda İstanbul yarımadasının burnunda Trakyalı kavimlere ( Lygos ) ait olduğu anlaşılan bazı kalıntılara rastlanılmıştır.

    İstanbul'u ilk kuranlar Megara Grekleri'dir ve yerleştikleri bu yerin dünyanın en iyi coğrafi konumuna sahip bölge olduğunda habersizdirler. İstanbul'un üzerinde bulunduğu coğrafya ticari bakımdan Haliç ( Keras )'e sahip olması ve Balkanlara kolay ulaşılabilen köprü görevi görmesi İstanbul'un en önemli özelliklerindendir.

    Grek boyları Yunan yarımadasında yaşıyorlardı ve ulaşımlarını deniz yoluyla yapıyorlardı.Doğal olarak kıyı boyunca yerleşiyorlardı. Bu sistem üzerinden gittikleri için Ege adaları, İyonya, Anadolu ve Trakya kıyılarını takip ederek Marmara ve Karadeniz'e uzanan bölgede Chalcedon ( Kadıköy )'u  kurdular.

    Chalcedon ( Kadıköy )'u kuran insanların bu bölgeye tarımsal amaçlı geldiğinin kanısında olan bazı bilim adamları vardır. Bununla beraber ilk Grek Boyları deniz ticaretine elverişli, Haliç'le Marmara'ya hakim bir tepe üzerine yerleşmişlerdir. Bundan dolayı İstanbul ( byzantion ) Kadıköy'den daha fazla önem kazanmıştır.

    İstanbul ( byzantion )'un deniz yolundan savunma kolaylılığının olması şehrin önemini iyice arttırmıştır. Milattan Önce 5'inci yüzyılda kendi parasını Yunan şehirlerinde kabul ettirmiş olduğunu tarih kaynakları bize bildirir. Liman gelirlerinin büyük yüzdeye sahip olması ticaretin ana eylem olmadığı konusundaki tartışmaları sonlandırıyor.

    İlk başlarda İstanbul , İran ve Grek ülkeleri arasında kalmış ikinci derecede önemli bir şehir olarak bulunuyordu. Ege ve Balkanlar ile Küçükasya arasındaki ilişkilerin kuzeye çıkması Bizans'ın daha fazla önem kazanması için önemli bir olaydı. Bu arada Bergama ve Pontus'un Roma ile siyasi mücadeleleri ve yakınlıkları şehre yeni bir jeopolitik ağırlık kazandırıyordu.

    Roma'nın kuzey sınırlarının korunması için barbarlarla mücadelesinin birinci planda olması gerekiyordu. Bu zamanlarda İstanbul , Septimus Severus'u rahatsız ettiğinden dolayı Milattan Sonra 196 yılında tahribe uğratılmıştır. İstanbul'un tahrip edilmesi ekonomik açıdan fazla bir gelişme gösteremediğinin açık bir kanıtıdır. Daha sonra Severus, surları daha fazla genişleterek İstanbul'u yeniden imar ettirmiştir.

    Bu durumun İstanbul'un stratejik açıdan önemli olduğunun farkına varılmasıyla açıklayabiliriz. İstanbul'un Grek boyları tarafından tercih edilmesinin sebebi ekonomik bir faktör Roma tarafından tercih edilmesinin sebebi ise askeri bir faktör olduğu içindir. Gerçek bu şekildeydi; İstanbul Roma politikasına hizmet eden bir askeri yol düzenine sahipti.

    İstanbul'un başkent olarak seçilmesinin nedeni, siyasi konjonktürü içinde stratejik bir yere sahip olmasıdır. Bu çağdan önce İstanbul'un önemli bir şehir olarak kabul edilmesini gerektirecek hiç bir özelliği bilinmiyordu. İstanbul'un dünya şehri kariyeri Roma İmparatorluğu zamanında başlamıştır. İmparatorluk merkezi olarak seçildikten sonra ekonomik, kültürel ve idari bakımdan ağırlık kazanmıştır.

    Şuan ki İstanbul'un kapladığı alan Milattan Önce 7. yüzyılda kurulmuş olan Chalcedon şehirdir. Topkapı sarayının bulunduğu yerde, deniz kenarına kadar uzanan seviyedeki teraslarda, stadyum, tapınak ve gimnazyon gibi yapılar vardı.

Sırtlanlar Vadisi

    Anadolu'muz jeopolitik ve jeostratejik konumu, yeraltı ve yer üstü kaynakları, tarihi ve tabiat güzellikleri, dört mevsimi yasayan ve yaşatan özellikleri ile ilk çağlardan beri dost ve düşmanın iştahını kabartan, önemli ve önemli olduğu kadar da kutsal bir yurt parçasıdır.

    Batı Osmanlı'yı hatta Türkiye'yi Anadolu'ya ayak bastığımız günden beri rahat bırakmamıştır, bırakmayacaktır da. Çünkü biz tam sırtlanlar vadisine çadır kurmuş ve onun üstüne oturmuşuz. Bu hususu II. Abdülhamit hatıralarında ne güzel anlatır:

    Her sene, bu uğurda hiç faydasız sarf ettiğimiz milyonlarla ne kadar lüzumlu isler yapılabilirdi. Fakat, büyük devletler, geniş teşkilatlı imparatorluğumuzu inşa edecek ne zaman bıraktılar, ne de sükunet. Gene büyük devletlerin sebebiyle halkımızı ilerletmeye imkan bulamadık.

    Bütün bunlar bizim zayıf kalmamızın sebebi oldu. Bize de hiç olmazsa on senelik bir sulh tanınsa Japonların o kadar methedilen terakkilerini biz de yapabilirdik.

    Maalesef biz, tam Avrupalı sırtlanların geçiş yerine çadırlarımızı kurmuşuz." Avrupalı bizi kendi basımıza bırakmaz, bırakmayacaktır. Yusuf Kamil Paşa nüktedan ve hazır cevap bir devlet adamımızdı. Rus sefiri inisiyatif izinle memleketine giderken, Sadrazam Yusuf Kamil Pasa'ya vedaya gelmişti.

Kayıp Saat

Tarihimiz baştan başa altın sayfalarla doludur. Bu sayfalardan dev şahsiyetler gürz, kalkan ve mızrakların gölgesinde, mehterin kanlarını korlaştıran sesi ile kendilerinden geçip şahlanan küheylanlar üstünde savaştan savaşa "Bora" olup esen arslan olup kükreyen yiğitler gülümser.

    Dev şahsiyetlerin kimi devlet kurmuş, kimi de ülkeleri üzengisi önünde dize getirerek, Türk ismini üç kıt'a yedi iklime yayarak, suya bile perçin vurmuştur. Yine cihangir Türk milleti, bağrından asır üstü deha M. Kemal Atatürk'ü, çağlarla oynayan fatihler Fatih'ini, cihangirler cihangiri Yavuz Sultan Selim'i, Avrupayı üzengisi önüne döken Kanuni'yi ve bunun yanında büyük bilginler, şairler, edipler, düşünürler ve Türkiye'mizi içte ve dışta temsil edip, göğsümüzü kabartan devlet adamları yetiştirmiştir.

    İşte bu grupta yer alan Ahmet Vefik Pasa da tarihimizde ismini altın harflerle yazdırarak, gönüllerde taht kurmuştur. Hiddet ve şiddetine rağmen bir gönül adamı olan A. Vefik Pasa, aynı zamanda halktan birisidir. Halkın sesi Hakkın sesi olduğuna göre, halkında devletine dolayısıyla devlet adamına güvenmesi gerekir, iste bir halk adamı olan Pasa bu güveni zaman zaman vermiştir.

    Bir köylü kadın, A. Vefik Pasa'ya müracaat edip, saatini kaybettiğini ve aradığı halde bulamadığını, Vali Paşa'nın eğer gözlüğünü takar ise kaybolan şeylerin bulunduğunu yeni keşfettiklerini, bu sebeple köyünden Bursa'ya geldiğini ifade eder. Mantık, mevzuat, gibi lafları bir tarafa bırakıp canı yanan kişiyi teselli etmesini bilmelidir.

    Sonra bizim halkımız saygılıdır. İltifatı ve himmeti suistimal etmez. Bu kadının saati evladına miras bırakacağına inanmayan varsa, iste valilik sandalyesi feragat ediyorum, buyursun otursun."

Devlet Zümreleri

    Dirlik düzeninde camia gelirinin paylaşılması, sosyal iş bölümü kadar basitti: Miri toprağın tasarrufu ve bu tasarruftan doğan değerlerin mülkiyeti doğrudan doğruya üretmene, çiftçiye, reayaya aitti: Miri toprağın mutlak toplum mülkiyetini temsil eden devlet ise, kendi zümrelerine şer'an ve kanunca sınırları belli bir idare
ücreti olarak öşür ve Müslüman olmayandan haraç alırdı.

    Aşağıda: üretimde (istihsalde) çalışan çiftçi yığını toprağı değerlendirir; yukarıda: dirlikte (asayişte) çalışan dirlikçilerle devlet zümreleri bu değerlendirmeden bir pay alırlardı. Osmanlı idaresi idealist İlb'lerin elinde kaldığı müddetçe, dirlikçi ve devlet zümrelerinin toplum gelirinden aldıkları pay devede kulak kabilindendi.

    Eski batı ve doğu saltanatlarının yığıntıları altında bunalmış geniş çalışkan yığınlar üzerinde, Osmanlılığın büyük cazibesi, bugünkü tabirle milli gelirin paylaşılmasındaki bu sade tutumlu ve insaflı ruhundan kaynak alıyordu. Tam manasıyla alt üst oldu.

    Devlet zümreleriyle çalışkan yığınlar arasına ansızın birtakım türediler girdi. Bu türediler, bir sürü basamaklı zümrelerinden mada başlıca iki büyük hakim sınıf idiler: Toprak beyleri sınıfı, para babaları sınıfı. Bu iki aracı ve hazır yiyici sınıfın tek manası: Toprak tasarrufunu köylünün elinden almakla özetlenebilir. Tabii, toprağın tasarrufu kesimci sınıfların eline geçer geçmez, o tasarruftan doğma değerlerin mülkiyeti de, kendiliğinden gene aynı kesimci sınıfların oldu.

    Yani toprağı işletme hakkı gibi, toprak işinden çıkan bütün değerlerde Kesimci sınıfların malı haline geldi. Bir kelime ile toprak ekonomisinden yaratılan değerler ilk elde kesimcilerin sayılıyordu. Bu değerlerden ne kadarının yukarıdaki idareci devlet zümrelerine ve ne kadarının aşağıdaki işleyici halk ve çiftçi tabakalarına verileceği bu kesimci sınıfların bileceği iş oldu.

    Dirlik düzeninde toprak gelirinin sosyal kümeler arasındaki paylaşımı adeta tabii bir kaide güdüyordu: Elde edilen mahsulün onda şu kadarı dirlikçi ile devlete ayrılıyordu. Bu para ülkede dirlik ve düzeni korumaya harcanıyordu. Geri kalan mahsul çiftçinin mülkü idi. İlkin "öşür" adı gibi onda bir idi. Sonra sonra onda beşe ve daha fazlasına doğru soysuzlaştı. Fakat bu kemiyet farkına rağmen, dirlik düzeni devam ettiği müddetçe, milli gelir ulaşımının hüdainabit denebilecek tabi karakteri değişmedi.

    Tasarruf hakkı daima çiftçide kaldı. Toprağı işletme hakkı onundu. Topraktan alınan mahsul onundu. Bu mahsulu devletle paylaşan o idi. Kesimci düzen: Bir vuruşta bütün bu hakları köylünün elinden kesti aldı. Küçük çiftçinin "Çiftliği" kesimcinin büyük "Malikâne"si oldu. O zaman toprak gelirinin sosyal sınıflar arasında paylaşılması tamamen yeni ölçülere uydu. Adeta zıt sosyal, sınıfı bir şekil aldı. Belirli bir hesaba, kitaba girdi.

    Yeni şekil, gelir paylaşımı münasebetini, yukarıda işaret ettiğimiz bir "Para ve mukavele münasebeti" haline soktu. Bu, adeta soysuzlaşan dirlik düzenindeki hadsiz hesapsız çapulculuğa ve soyguna karşı, bir çeşit bezirgan had ve hesabı koymaya benziyordu. Gerçekte bir koca ülkenin başlıca milli gelirini veren toprak tasarrufunu sermayeye teslim etmek kediye peynir tulumu emanet etmekten farksızdı.

    Ama, o tarihi büyük şekil değiştirmeyi kuranların hiç olmazsa kendi kendilerini inandırmış oldukları esas: Toprak münasebetlerine dair hesap tutmak prensibi idi. Yalnız o zamanki devlet zümreleri bu hesaba göre, devletin temeli olan toprak ekonomisiyle birlikte kendi mukadderatlarını da döner sermayeye teslim etmiş olduklarını fark etmiyorlar mıydı? Büyük tarihi bir alt üstlüğün öyle basit hile, tesadüf ve aldanma ile izahı pek sade suya bir anlayış olurdu.

    Devlet zümreleri alt üstlüğü mükemmelen fark edebilirler ve mükemmelen bile bile, isteye isteye o projeyi kolaylaştırmışlardı. Çünkü, o zamana kadar gayrimeşru, gayri kanuni olarak yapmakta oldukları çapulu: Kamu toprakları tasarrufuna karşı yürüttükleri tecavüzleri, ondan sonra şer'an olmasa bile şeriatın yerine iradei seniye ile geçirecekleri kanunca hak edeceklerdi.

17. Yüzyıl Hekimleri

    Sanctorius (1561-1636) : 1582 yılında Podua’daki Tıp Okulundan mezun olan Sanctorius tıbba yeni yöntemler kattı. Sanctorius 1611’de Galile’nin bazı fikirlerini kullanarak vücut ısısını ölçen bir alet geliştirdi. Bu ilk termometre içinde sıvı bulunan bir cam ampul ve tüpten oluşuyordu. Hasta ampul kısmı ağzına alıyor, on kalp atımı süresince tutuyor ve termometrenin içindeki sıvı bu sıcaklık ile ilerliyordu. İlerleyen miktar dereceli kadrandan okunuyordu. Nabzı ilk sayan Sanctroiustu. Bunun için bir sarkaç kullandı. Sanctroius vücut ağırlığını ölçme deneyleri de yaptı.

    Malpighi (1628-1694): Malpighi’nin kapiller damarları bulması ile Harvey’nin kan dolaşımı ile ilgili çalışmalarının eksik yönleri tamamlandı. Malpighi mikroskopla ilgili bazı çalışmalar yaptı. Ayrıca Malpighi akciğer, böbrek, dalak, karaciğer ve deri gibi organların yapılarının mikroskobik analizleri üzerinde çalışt. Duygusal papillayı ve tat tomurcuklarını tanımladı. Malpighi bir mikroskop bilgini olmakla beraber, bir embriyolog, zoolog ve botanikçiydi. Kısacası bütün devirlerin en büyük ilim adamlarından biriydi. (Kılcal damar fikri 10.yy’da Ali Bin Abbas tarafından ortaya atılmıştır.)

   

Nene Hatun

    Tarihimiz hem cephede erkeğiyle savaşan hem de cephe gerisinde erkeğini destekleyen, kahramanlıklarıyla ün salmış kadınlarla doludur. Hele Milli Mücadele yıllarında Türk kadını, dünyada esi ve benzeri görülmeyen bir destan yaratmıştır.

    Kadın kahramanlarımızın bir kısmı özellikle Anadolu kadını, kağnısı ile silah, kısrağı ile erzak , sırtı ile mermi taşır, bir kısmı eline silah alır erkeği ile omuz omuza savaşırken bir kısmı da cemiyetler kurarak, mitingler düzenleyerek seslerini duyurmuşlardır.

    Düşmanla gırtlak gırtlağa savaşanlardan birisi de Aziziye kahramanı Nene Hatun'dur. 1877 yılıydı. Osmanlı-Rus savası bütün şiddetiyle sürüyordu. Kasım ayının yedisini sekizine bağlayan gece buz gibi soğuk
vardı. Fakat Erzurum.halkı üşümüyordu. Kulaklarına top sesleri geldikçe yürekleri tutuşuyor, vatan askı onları
yakıyordu.

    Gece yansından sonra bütün minarelerden yükselen aynı ses sanki kanlarını dondurdu, yüreklerini soğuttu. Ses söyle bağırıyordu. "Erzurumlular, gayret vaktidir. Moskof Aziziye Tabyasına girdi. Bu gece Ermeniler bir karakolumuzu basarak kardeşlerimizi boğazladılar.

    Allah'ını ve vatanını seven silahını alıp Aziziye'nin imdadına koşsun.Erzurum'un kenar bir mahallesinde genç bir gelin vardı. Sesi duyunca sanki donmuş, kala kalmıştı. Kocası Moskofla savaşmak için cephede idi. Yaralı olarak cepheden dönen ağabeyi bir gün önce kollarında şehit olmuştu. Ruslara karsı derin bir kin duyuyor ve içini yiyordu.

    Üç aylık bebeğini emzirip beşiğine yatırdı. Yaşlı gözlerle mutfağa koştu. Et doğradığı keskin satırı kaptığı gibi karanlığa daldı. Ellerinde balta ve tırpanlarla Aziziye'yi savunmaya kosan kadınlı erkekli kalabalığa katıldı.

    Erzurum halkı nihayet Aziziye'ye vardı ve düşmanla gırtlak gırtlağa geldi. Kimisinin elinde orak, kimisinin elinde tırpan, kimisinin elinde satır ve bıçak vardı. Bazısında ise yumruklarından başka bir şey yoktu. Gırtlak gırtlağa boğuşuyor, ölmekten asla korkmuyorlardı. Nenenin elindeki satır durmadan işliyordu. Nene önüne çıkan Moskof'u deviriyordu. Aziziye'de iki binden fazla düşman yok edilmişti.

    Fakat genç gelin Nene de yaralanmıştı. Yaralarına aldırmıyor, güç ayakta durduğu halde satırını işletiyordu. Ancak büsbütün takatten düşünce yere devrildi. Yine de boş durmuyordu.

    Bütün ömrü boyunca Aziziye'de düşmanın yaptığı kahpeliği anlattı. 22 Mayıs 1955 günü 98 yasında iken hayata gözlerini kapadı. Ve Aziziye şehitliğine gömüldü.

Tuna Nehri Akmam Diyor

    Tarihimizde "93 Harbi" diye geçen 1877-1878 Türk-Rus Savaşı, tarihimizin dönüm noktalarından biridir. Ruslar doymak bilmez bir iştah ile Türk topraklarını yutmak, Deli Petro'nun vasiyetini adım adım uygulamak için bir daha üzerimize çullanmışlardı.

    "Hanların Gül bahçesi" Kırım, Karadeniz'in kuzey ve doğu kıyıları elden çıkmıştı. Türkiye her zaman olduğu gibi yine yalnız başınaydı. Ruslar'ın ılık sulara inmesiyle dünya dengesinin altüst olacağından
korkan devletler araya girdiler. Çetin pazarlıklar yapıldı. Çar II. Aleksandır, Türkiye'nin bir parçası olan Karadağ prensliğine "Niksik" kazasının verilmesi karşılığında savaşı önleyeceğini bildirdi.

    Devlet adamlarımız bu teklifi şiddetle reddettiler. İngiliz yardımı da akim kaldı. Osmanlı Devleti Rus devi ile yalnız başına kaldı. Rusya bu savaşta tek başına değildi: Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Romanya gibi dört Balkan devletini de yanına almıştı.

    Ruslar çok geçmeden iki ana koldan batıdan ve doğudan Türk topraklarına girdiler. Fakat Plevne'de öyle bir kayaya çarptılar ki neye uğradıklarını şaşırdılar. Bu yalçın kayanın basında Gazi Osman Pasa bulunuyordu.
I ve II. Plevne savaşında yenilen Çar II. Aleksandır ve 102 kardeşi Grandük Nikola, son Rus ihtiyatlarını Plevne önlerine getirmişlerdi. Ruslar'ın elinde artık bir şey kalmamıştı.

    Ne varsa Türk cephesine sürmüşlerdi. Bununla da yetinmeyen Çar, 50.000 kişilik Romen ordusunu, Romanya prensi I. Karol'i imdada çağırıyordu:

     Osman Pasa 3500 şehit ve yaralı vermesine rağmen, düşmana ağır çok ağır bir darbe vurmuştu. 15.553 ölü veren Rus ve Romenler, taarruzlarını durdurmaya mecbur oldular. Türk ordusu yardım alamamak bir yana, açlık ve sefalet içinde çırpınıyor, fakat buna rağmen düşmana aslanlar gibi karsı koyuyordu.

    Müdafaanın son haftalarında askere ancak 100 dirhem ekmekle bir mısır koçanı veriliyordu. Asker bu
koçanları su bulursa kaynatarak yiyordu. Düşmanın muhasara hattı "Bas Tabya" ve "Kara Tabya" adındaki Türk siperlerine 5-6 adım kadar yaklaşmıştı. Öylesine ki, her iki taraf atesin hafiflediği sıralarda birbirlerine laf atarak yarenlik ediyordu.

    Bu arada fedakâr bir köylü kadın bir bakraç yoğurt yapmış ve Osman Pasa'ya getirmişti. Büyük kumandan da bu yoğurdu, Bas Tabya'daki askere göndermişti. Bu bakraç, Mehmetçiklere sanki cennetten gelmiş gibi oldu.

    Atesin kesildiği bir anda basına çökerek kasıklarını daldıracakları sırada düşman siperinden bir Rumen askeri Türkçe: "Nasılsınız Türkoğlu.... ekmeğiniz, peksimetiniz var ?" diye seslendi

    Ahmet Çavuş: "Var ya.. Var ya" diye cevap verdi.
Romanyalı: "İnanmam, bak ben sana kralımızın gönderdiği peksimetlerden atıyorum, sen de sizinkilerden at da inanayım" diye bağırdı ve nar gibi bir peksimeti fırlattı.

    Ahmet Çavuş bakraçtan kasıklarını çeken arkadaşlarının yüzündeki asil kararı anladı, bakracı alarak:
bakracı düşman siperlerine fırlattı. Sonra ne mi oldu? Son bir teşebbüste bulunan Osman Paşa sol dizinden yaralanarak esir düştü.

    Çar II. Aleksandr, Paşa'nın elini sıkarak kahramanca savunmasından dolayı tebrik etti. Paşa'nın harp esiri muamelesine tabi tutulmaksızın Rusya'ya sevk edilmesini emretti. Bu suretle, birçok Rus şehirlerini geçen, her şehirde askeri törenle karşılanan Osman Paşa daha sonra İstanbul'a uğurlandı.

    Harbin sonunda bugün üzerinde milyonlarca insanın yasadığı büyük ülkeler bıraktık. Yeşil köy (Ayastafanos)'a kadar gelen ve Türk topraklarını çekirge sürüsü gibi çiğneyen Ruslar büyük zulümler yaptılar. Rumeli'nin birçok yerlerinde Rus kılıcından kurtulan bir milyondan fazla Türk, asırlık ecdat yadigârı yurtlarından ve her şeylerini bırakarak İstanbul'a ve oradan çeşitli yerlere akıp gittiler. Bu Türk'ün ne ilk ne de son göçüydü.

Kafa ve Yumruk

    Viyana Türkün içindeki sızısı, onun son Kızılelmas'dır. 1529'da misafir olduğu bu beldeye, 1683'de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile ikinci defa uzanır. Merzifonlu büyük bir ordunun başında, menzilleri birer birer geçerek hülyalarını süsleyen Viyana'ya ulaşır ve şehri hemen kuşatır.

    Viyana bunaldıkça bunalır, düşmeye yakındır; yakındır ama, Haçlı müsaade edecek midir? Papanın çağrısı üzerine Leh (Polonya) kralı Jean Sobieski 60 bin kişilik bir kuvvetle harekete geçer. Gelen orduyu Kırım hanı karşılayacak, nazlı Tuna'dan geçirmeyecektir.

    Murat Giray ise Osmanlıya kırgın ve kızgındır. Sobieski'nin geçişini bir ağacın gölgesine oturarak seyreder; Osmanlıyı iki ateş arasında bırakır. Böylece 60 günlük kuşatma boşa gitmiş, hezimet başlamıştır; herkes basının çaresindedir. Merzifonlunun dizleri tutmaz, gözleri görmez olur.

    Kendisini Belgrad'a güçlükle atar. Yollar ölülerle ve yaralılarla dolmuştur. Kara haber İstanbul'a tez ulaşır. Merzifonlunun hasımlarının ağızları kulaklarındadır, fındık kırıp oynamaya başlarlar ve üstelik padişah IV. Mehmet'i de kandırıp idamına ferman alırlar. Serdar yolda iken de ferman yetişir.

    Namazını kılıp, duasını yapan Merzifonlu Kara Mustafa Pasa "hüküm Allah'tandır" diyerek sükunetle boynunu yağlı kemende uzatır. Bozguna uğrayan Osmanlının silah, cephane, her türlü araç ve gereçleri ve ordu ağırlıkları düşman eline geçer. Merzifonlu'nun meşhur otağı da bunları arasındadır.

    Düşmanın eline geçen silahların büyük bir kısmı Osmanlı toplarıdır. Bu topları eriten Avusturyalı onlardan 22.5 ton ağırlığında kilise çanı yaparak, St. Stephan Katedrali'nin 120 metre yüksekliğindeki kulesine takmıştır. Bu çanın özelliği üzerinde altı adet Türk kafası (kabartma)nın olmasıdır.

    "Tek dişi kalmış" Avrupalı, güya kuyruk acısını azaltmak, unutmak için asırlardır, günde bilmem kaç defa bizim kafamızı dövdüğünü sanarak intikam almaktadır. Aslında, Hilal karşısında hüsrana uğrayan Avrupalı, kendi kafasını doğduğunun farkında değildir.

    Türkün nalını ve mıhını toplayarak, tarih yaratan ve asırlardır ekmeğini yeyip devlet olduğunu zanneden Avrupalının, Haçlı ruhu ve ilkelliği devam edecektir. Çünkü, onun fıtratında riya, kalleşlik, arkadan vurma, dahası da ölüm ve zehir vardır. Sayısız zaferler kazanarak altı asır Avrupa'ya efendilik ve babalık yapan Türk, hiçbir zaman gurura kapılmamış, çocukların bile güleceği böyle bir basitliğe hayatının hiç bir devresinde yer vermemiştir. Çünkü Türk, kuru bir kavganın adamı değildir.

    Sultan Aziz o sıralarda açılan bir serginin şeref misafiri olur. Abdülaziz'in altın madalya ile ödüllendirdiği eşyalar arasında yeni yapım, ayaklı bir dikiş makinesi da vardır. Bunun teshir edildiği bir pavyona, ziyaretçilerin hoşça vakit geçirmesi için bir alet konmuştur. Dileyen, üstü çuha ile örtülü ve bir yaya bağlı topa var gücüyle vuruyordu.

    Yuvarlak nesne, arkasına yerleştirilmiş 10 santimetrelik bölmeli tahta üzerine kayıyor, durduğu rakam, vuranın kuvvetini ölçüyordu. Üzerine yumruk vurulan topa da "Türk Kafası" adını takmışlardı. Gücünü ölçmek
isteyenler, bu "Türk Kafası" na vurup duruyorlardı. Türk sultanının bu pavyona uğrayacağı, hele aleti inceleyeceği kimsenin aklına gelmemiş.

    Ama olan olmuş, kendisi yaman bir güreşçi olan ve kuvvete dayalı şeyleri seven Sultan Aziz, aleti merak etmekle kalmayıp adını da sorup öğrenmiş, canı bir hayli sıkılmıştı. Hemen arkasında yer alan Halil Pasa'ya dönerek dinamometreyi göstermiş; "Haydi Halil, şunlara Türk kolunun gücünü göster" talimatını vermişti.

    İri cüssesi sultanından geri kalmayan Fransız Harp Akademisi mezunu Paşa, pelerini sırtından atıp, bir yumruk indirince top minverinden fırlamış, dinamometre dağılmış, şaşkın bakışlar arasında: "Bu Türk kafası değil. Türk'ün kafasına vurulmaz." demiştir.

Ah Melunlar

    Deli Petro'nun "Sıcak denizlere"inme projesini adım adım uygulayan ve bu hususta ilk engelin Osmanlı Devlet'i olduğunu bilen Rusya'yı, 1774 Küçük Kaynarca Barışı'da tatmin etmemişti.

    Ruslar Petersburg'da Avusturya ile Osmanlı Devleti'nin topraklarını paylasan" Rum Projesi" adını verdikleri bir anlaşma yaparak bir kez daha topraklarımıza çullandılar. Böylece 1787-1 792 Osmanlı-Rus savası başlamış oldu. Osmanlı- Rus kapışması bütün şiddetiyle Tuna boylarında sürüyordu.Üstelik Kırım'da elden çıkmış, sınırlarımıza saldırılar artmıştı.

    Yer kazanılan zaferler ise, yenilgileri unutturacak seviyede değildi. Padişah I. Abdülhamit çaresizdi. Vatanından koparılan her karış toprak, yüreğinden de bir şeyler koparıyor, içi kan ağlıyordu. Bir gün Koca Yusuf Paşadan bir mektup getirdiler. Hemen okunmasını emretti. Özi kalesinin düşman eline geçtiğini ve 25
bin masumun Ruslar tarafından kahpece öldürüldüğünü öğrenince sarsıldı.

    "Ah, mel'unlar" diye bağırdı. Ve tahtına yıkıldı. Durumu hekimbaşı Hasan Ağa'ya bildirdiler: "Yetiş hekimbaşı, efendimize bir hal oldu." Hekimbaşı, padişahı muayene edince durumu anladı. Üzüntüden felç gelmişti. Bu hastalık eskiden "Nüzul" olarak bilinirdi.

    Hekimbaşı acı gerçeği Abdülhamit'ten saklamak, onu daha fazla üzmemek için bir kelime oyunu yaptı: "Hünkarım, tasa etmeyiniz, nezleden başka bir şeyiniz yok" "Nüzul" u "nezle" ile değiştirmiş, fakat padişah bu inceliği zekasıyla sezmişti. Acı acı gülümseyerek: Bu sözleri duyan hekimbaşı kendini tutamayarak hıçkırmaya başladı. Biraz sonra da Sultan I. Abdülhamit öldü.

Acaba Namazım Bozuldu mu?

    Yaşının yetmişi geçmiş olmasına ve okuma yazma bilmemesine rağmen IV. Mehmet zamanında Sadrazamlık makamına oturarak Osmanlı devletini anarşiye boğmuş olanları birer birer temizleyen Köprülü Mehmet Paşa'nın oğlu Fazıl Ahmet Pasa sadrazam olduğu zaman henüz yirmi altı, yirmi yedi yaşlarında bir delikanlı idi. İlk seferinde Avusturyalıları yenerek, "Uy-var önünde bir Türk" sözünü dünyaya söyletmişti.

    F. Ahmet Paşa'yı bu sefer daha büyük bir mücadele bekliyordu; Girit. Yirmi üç yıldan beri devleti uğraştıran ve pek çok Türk askerinin hayatına mal olan Girit fethini tamamlamak üzere adaya çıktı, iki buçuk sene uğraştıktan sonra Kandiye kalesini zapt ederek Girit adasına tamamıyla hakim oldu. Bu savaşta yüz bin asker kaybettiğimiz düşünülürse Girit seferinin milletimize ne türlü fedakarlıklara mal olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. 

    Kahramanımız Gazi Zeynel bu savaşta Fazıl Ahmet Paşa'nın yanında savaşmış alav beylerinden biri idi. Zeynel Bey sınır boyu gazileri arasında yetişmiş, ecdada saygı dine bağlılık, devlete itaat hisleriyle yüklü, tam manasıyla dini bütün bir mert adamdı. Ona göre hayatta bütün başarılar ve muharebede zaferlerin gücüyle elde edilebilir, aynı duygularla birbirlerine bağlı olan erler gönüllerindeki iman gücüyle emellerine ulaşırlardı. 

    Zeynel Bey'in hatırı ecdadının kahramanlık menkıbeleriyle dolu idi. Rüyalardan bile çoğu zaman kılıç
şakırtıları, tekbir sesleriyle uyanırdı. ibadet onun gözünde bir askeri zafere götüren en güçlü, en sağlam vasıtalardan biriydi. Savaşta şehit olmayı ise gazilik hayatının ulvi bir sonucu sayıyordu. Bu yüzdendir ki Zeynel Bey düşmanın topundan, tüfeğinden korkmaz, en tehlikeli anlarda bile düşman saflarına atılmaktan geri durmazdı.

    Bir sabah Kandiye surları top ateşiyle sarsılırken Zeynel Bey de erkenden kalkmıştı. O sabah düşmana karsı hücuma geçilecekti. Kendi birliğinin yapacağı harekatı dikkatle tertipledi. Top sesleri durmuş, ortalığı fırtına kopmadan öncekine benzer bir sükunet kaplamıştı. Zeynel Bey'in içinde bir sevinç vardı. Bu hücuma kendi birliği de katılacağı için seviniyordu. 

    F. Ahmet Paşa'ya hayranlıkla bağlı idi. Bir başarı elde ederse onun takdirine mazhar olacağı anı düşünüyordu, hücum vaktini sabırsızlıkla bekliyordu. Kendisi hakim bir tepede idi. Hücum başlıyordu, namaz vakti de geçiyordu. Zeynel Bey muharebenin en dehşetli anlarında bile namazını kılmaktan geri kalmazdı. Bu seferde öyle yaptı; tam bir sükunet içinde namaza durdu. Bir dakika sonra Kandiye siperlerinde müthiş bir ateş tufanı başladı. 

    Düşman, Türkler'in hücuma kalkacaklarını sezmiş, daha önce topçu ateşine başlamıştı. Ateşler gerçekten müthişti. Osmanlı siperlerine yağmur gibi gülle yağıyordu. Zeynel Bey kulakların zarlarını yırtan gürültülere hiç aldırmadan tam bir sükunet içinde namazını kılmaya devam ediyordu ki, birden kulakları sağır eden bir patlama ile büyük bir gülle gelip namaz kıldığı yerin önüne düştü. 

    Zeynel Bey hiç bir şey olmamış gibi namazına devam etti. Ama tam secdede iken bu sefer müthiş bir ses ile patladı. Mermi parçalan yukarı doğru dağılmış, kendisine isabet etmemişti. Namazını bitiren Zeynel Bey doğruca F. Ahmet Paşa'nın yanına koştu ve dedi ki; "Mermi parelenmedikçe basımı secdeden kaldırmadım, ziyadece öyle kaldım. Acaba namazım bozuldu mu?" F. Ahmet Pasa ölümden zerre kadar korkmayan Allah korkusunu ve vatan sevgisini her turlu endişenin üstünde gören bu gazinin düşüncesine hayran kaldı. 

    Ve bir kere içinde yüz altın ihsan etti. Üç kıt'a yedi iklime yayılıp; oralara adaleti, şifayı, insanlığı götürmüşüz, imanımızla ayakta kalmışızdır. Ne zaman inanç zaafa uğramışsa arkasından çalkantı ve çöküntü başlamıştır...

Bir Dakikalık Saltanat

Dünya bir handır; bugün misafir olan ertesi gün burayı terk edecek ve yerine yenileri gelecektir. Bu durum sonsuza kadar devam edip gidecektir. Cahit Sıtkı'da Otuz beş yaş şiirinde" Bir dakikalık saltanatın olacak Taht misali o musalla tasında" derken bu gerçeği ne güzel anlatıyor.

    Önemli olan nedir? Misafir olarak geldiğiniz bu dünya arenasında hoş bir sada bırakıp hem vatandaş hem de kulluk görevimizi sadakatle yerine getirmek değil midir? Osmanlı sultanı III. Mustafa Laleli camiyi bitirttiği günlerde, kendisine bu civarda derin hikmet ve sırlarla dolu bir velinin yaşadığını söylerler. Sultan Mustafa; göğsünün üzerine taktığı bir lale ile oturan zatı merak edip, ziyaretine gider.

    Karşılıklı konuşmalar, sual ve cevaplar birbirini takip eder. Sultan Mustafa bu cevabı beğenmez; hatta bir bakıma kaba bir mânâ taşıyan bu nezaketsiz cevaptan sonra kalkıp gider. O gece yediği yemeği, içtiği suyu dışarı çıkaramayan Sultan; sancılanarak sabahlara kadar sarayın içinde dört dönüp kıvranmaya baslar.

    Güç bela eriştiği şafak vaktinde, alel acele abdestini alır, namazını kıldıktan sonra, doğruca Laleli Baba'nın evine koşarak durumu en ince noktasına kadar anlatarak kurtulması için dua isteğini yalvarırcasına anlatır.

    Bunun üzerine Laleli Baba: "Eğer yaptığınız su camiyi bana bağışlar ve padişahlığınızı da bütün selahiyetleriyle birlikte bana bırakırsanız, kurtulmanız için dua ederim."  "Bir saltanat ki, bir def-i hacete feda ediyorlar, doğrusu buna saltanat demeye bin şahit ister"

    Nice servet ve nimet içerisinde yaşayıpta şükür etmeyi bir türlü aklına getiremeyenlere, birkaç yıl sürecek ömür için bütün dünyayı isteyenlere, yukarıda ki sözler bir defa daha ibret olsun.

Çocuğunda İman Olan Ordu Mağlub Olmaz

İslamla yatıp, islamla kalkan, ilâh-ı Kelimetullah askı ile yola çıkarak kıt'aları birbirine lehimleyen Osmanlı Türklerinde, islamı yaymak yolunda şehit olma inancı 7'den 70'e herkeste bir mefkure haline gelmişti. Bu yüzden çıkılan harplerde sık sık ordu saflarında ayıklama yapılır küçükler, kötürümler, hastalar zorla geri çevrilmek mecburiyetinde kalınırdı.

    1638'de Sultan IV. Murad Bağdat seferine karar verdiği sırada, böyle bir ayıklama yapmaya mecbur olmuş: "- Orduyu Hümayunda, bıyığında tarak duracak kadar yetişmiş yiğitlerden başkasının istemiyorum. Çocuklar ve yaslılar içimize katılmasın" diye ferman mecburiyetinde bile kalmıştı.

    Buna rağmen henüz bıyığı terlememiş bir genç sadrazama şiddetle ısrar ederek, Bağdat seferi ordusuna katılmasına müsaade etmesini istirham etti. Çocuğun ısrarına dayanamayan Sadrazam, Padişah 'in gözüne çarpması korkusuyla mekkârelerden birinin sırtına sardığı bir sandığın içine bu delikanlıyı saklayarak, cihad ordusuna katılmasını teklif etti.

    Osmanlı ordusu yola çıktı. Biraz sonra ordu, bağlık yerden geçmişti. Sultan Murad, bütün mekkârelerin aranmasını, askerlerin geçtikleri bağ-bahçeden haram bir şeyler koparıp kopartmadıklarının tesbitini istedi. Çünkü kursağında haram lokma olan asker savaşamaz, savaşsa bile muzaffer olamazdı.

    Arama sonunda, hiçbir askerin haram olan tek bir meyve de olsa almadığı anlaşıldı ama, sandığın içinden çıkan gencin ne olduğu pek anlaşılamadı. En sonunda isin farkına varan Dördüncü Murad, huzuruna getirttiği delikanlıya: "Geldiğin yere dön" ıhtan, gencin korktuğu en büyük ceza idi. Nitekim:

    "Padişahım, sandığınız kadar çocuk değilim, bıyıklarım da tarak durur" diye karşılık veren delikanlı, cebinden çıkarttığı tarağı, üst dudağının üzerindeki belli belirsiz san tüylerin üzerine öyle bastırdı ki bir anda dişleri dudak etine gömülen tarak, saplanıp kaldı, Sultan Murad gözlerine inanamadı.

    Delikanlının dudaklarından kıpkırmızı kanlar akıyordu. Bu hareketi ile genç delikanlı, askervari bir esas duruşla, bıyığında tarak duracak kadar yetişkin olduğunu, cihad ordusundan geri çevrilmemesini ispat ediyordu. Gencin dudaklarından aşağı süzülen kanlarına hayretle bakan Padişah, sakallarından aşağı göz yaşları yuvarlanırken:

    "Osmanımı sakladığınız sandığı kırınız. Kendisini öncü kuvvetlerinin serdarı tayin ettim. Orduyu Hümâyûnumun ; en önünde yürüsün; fethin müyesser olacağına şimdi inandım. Çocuğunda böyle bir iman olan bir ordunun mağlup olmasına imkan yoktur."

    Osman, küçük vücudu, fakat dağ gibi imanı ile Bağdat kalesine ilk tırmanan ve sancağı kalenin burcuna tek basına dikip dalgalandıran birinci kahraman oldu. Bundan sonra adı. "Genç Osman" olarak tarihin altın sayfalarına yazıldı.

Eski Mısır Anıtları

    Mısırlılar, inanışları gereği ölümden sonra yaşamaya devam edebilmek için sonsuza değin vücudun korunabilmesi gerekiyordu. Bu nedenle inşa edilen mezarların zamana dayanabilmesi için taş malzeme kullanılıyordu.

    Piramitlere geçişin ilk adımı olan mastabalar, dikdörtgen biçiminde kerpiç ve taştan yapılmıştır. Üç bölümden oluşan bu mezar tipinde dua bölümü, ziyaret yeri ve yer altında ölünün bulunduğu bölüm vardır. Mısır’da yüksek düzeydeki devlet çalışanları, rahipler ve bürokratlar için yapılan mastabalar, kaya ve toprak içine oyulmuş mezarların üzerine kurulmuştur.

    Mastaba duvarlarında yer alan resimlerde tohum ekme, balık ve kuş avı sahneleri vardır. Mısır piramitleri yeryüzündeki anıt kabirlerin en eskisi en büyükleridir. Bunların içinde Keops piramidi dış görünüşü ile de dünyanın en görkemli eserleri arasın da yer almaktadır.

    Çoğu Eski Krallık döneminden Orta Krallık dönemine kadar firavun mezarı olarak inşa edilen yüzden fazla piramit içinde ilk biçimleri olan basamaklı tipe en eski örnek Sakkara’daki Firavun Coser (Zoser)’in piramididir. Piramitler, firavun mumyası ile eşsiz sanat eserlerini, kral-kraliçe heykellerini de içinde saklıyordu.

    Piramitlerin en eski şekilleri üst üste oturtulmuş taraçalardan oluşuyordu (basamaklı piramitler). Coser’in Sakkara’daki piramidinde firavun, kapısı süslü bir mezar odasında yatmaktadır. Beş basamaklı piramidin kuzeyinde avlulu, küçük odaları dar girişleri olan bir tapınak vardır.

    Tapınağın içine Firavun Coser’in heykeli konulmuştur. Mumyalanmış ölüsü sağlığında kullandığı, kıymetli eşyalarıyla birlikte mezar odasında bulunmaktadır. Mısır’daki piramitler içinde en görkemlilerine örnek olarak Gize kentindeki Keops, Kefren ve Mikerinos’un piramitleri gösterilebilir.

    Piramit gövdelerinin ana malzemesi dışta üzeri levhalarla kaplı blok taşlardır. İçte ise uzun koridorların sonunda içinde lahitin bulunduğu mezar odası bulunur. Gize piramitlerinin hemen yanında Firavun Kefren’i insan başlı, aslan gövdeli gösteren sfenks bulunmaktadır. Bu sfenks doğal bir kaya kütlesine oyularak yapılmıştır.

    Gize piramitlerinin etrafında firavun yakınlarının ve dönemin ileri gelenlerinin tuğla ve taştan yapılmış mezar anıtları yer almaktadır. Orta ve Yeni Krallık Dönemi’nde mastabalar ve kaya mezarlarının yapımı da
sürdürülmüştür.

    Mastabaların yanında kayalara oyularak yapılan geniş mağara odaları olup duvarları resimlenmiştir. Papirüs başlıklı sütunların üzerinde tavan yer alır. Bu tür yapılara örnek olarak Ben-i Hasan kaya mezarları gösterilmektedir.

Rüstem Paşa'nın Serveti

     Eflatun "Dünyada iki hastalık tedavi edilmez" diyor ve "servet ve devlet" hastalıklarına tutulanların sonlarının hiç de iyi olmayacağını" ilave ediyor. Eflatun haklı mıdır, haksız mıdır, belli değil. Ne var ki ne insanlar kendilerini o iki hastalıktan kurtarabilmişlerdir, ne de devlet adamları onun hayallendiği yolda yürümüşlerdir.

    Kanuni'nin saltanatı boyunca iki defa sadrazamlık makamını işgal eden Rüstem Pasa, aslı Hırvat olan bir devşirmedir. Kanuni yegane kızı Mihrimah Sultan'ı bu Hırvat devşirmesine vererek Rüstem Paşa'yı kendisine damat edinmiştir. 1539 yılında Kanuni'ye damat olan Rüstem Paşa'yı devrin şairleri: "Olacak bir kişinin bahtı kavi, tali yâr Kehlesi (biti) dahi mahallinde onun ise yarar" diyerek hicvetmiş ve ikbalini gömleğinde bulunan bir bite borçlu olan Hırvat devşirmesi, bu sebeple tarihimizde "Kehl-i ikbal" diye anılagelmiştir.

    Hürrem Sultan'la birleşip, Kanuni'yi kandırarak Gülbahar Hatun'dan doğan Osmanlı tahtının mümtaz namzedi Şehzade Mustafa'yı boğdurtturan Rüstem Paşa, on beş yıl Kanuni'ye hizmet ettikten sonra 10 Temmuz 1561 yılında ölmüştür. Osmanlı tarihinde rüşvet kapılarını ardına kadar açan pasa, kirli, karanlık ve kanlı bir şöhret ile cümlesi haram olan Karun gibi muazzam bir servet bırakmıştır.

    Deve, 100 gümüşlü ever, 500 altın ve değerli taslarla donatılmış eyer, 200 zırh, 1500 gümüş kaplı tolga, 130 çift altın üzengi, 700 murassa kılıç, 1000 gümüşle donatılmış mızrak, 800 Mushaf-ı şerif (130 adedi ciltli), 5000 çeşit kitap, 7800 duka altını, 1 1.200.000 akçe değerinde 32 cevahir. Rüstem Paşa’nın İstanbul Rusçuk ve Suriye'deki Hama Şehrinde inşa ettirdiği cami, medrese ve imaretler ve vakfiyeler bu hesabın dışındadır. ,

    Rüstem Pasa bu kadar serveti nasıl toplamıştır? Bu nası servettir ki toplanması için insanın başka hiçbir şeyle uğraşmaması icab eder. Öbür dünyaya da götüremeyeceğine göre, insanın bu kadarı karşısında da aklını kaybedeceği geliyor. Tarihte, altının da incinin de, mücevheratın da paranın da beş para etmediği durumlar pek idzla değildir. Her halde insanlık onlardan ibre! almalıdır... .

Kanuni'nin Aldığı Ders

    Osmanlı tarihini şeref zirvesine ulaştırıp altın devrini yaşatan, Avrupalıların muhteşem dediği Kanuni Sultan Süleyman doğduktan kısa süre sonra, annesi Kırım Hanı, I. Mengli Giray'ın kızı Hafsa Valide Sultanın sütü kesildiği için Trabzon şehrinde her tarafa haberciler salınmış, araştırılmış, tesadüfen o günlerde doğum yapan emzikli bir yerli kadıncağız bulunmuştu. Kadının da bebeği erkekti.

    Bu kadıncağız Süleyman'ın süt annesi oldu. Bir memesini Süleyman emiyordu, ötekini de kadının oğlu Yahya.' Böylelikle, Süleyman'la Yahya süt kardeşi oldular. Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim'in padişah olması üzerine 1512'de o sırada bulunduğu Kefe sancağından İstanbul'a gelirken beraberinde süt kardeşi Yahya 'yı da getirmişti.

    Yavuz'un 1520'de ölümü üzerine de Osmanlı tahtına geçmişti. Süt kardeşi Yahya ise daima dervişler, hacılar, hocalar ve tarikat erbabı ile düşüp kalkıyor, sarayda kalması için Kanuni'nin yaptığı ısrarlı davet ve teklifleri reddediyordu. Yahya Efendi Kanuni tarafından ihsan edilen Beşiktaş ile Ortaköy arasında bulunan, boğaz manzarasına hakim bir yamaçta bulunan dergahından pek nadir ve belirli günlerde saraya gelip süt kardeşi Padişah ile görüşürdü.

    Yine böyle bir görüşme esnasında Yahya Efendi'ye Kanuni su teklifte bulundu: "Biraderim, madem ki kendinizi bu kadar hak yoluna verdiniz, madem ki, ulema ve haceğan ile bu rütbe ülfetiniz vardır. Öyle ise, bana bir gün Hızır Aleyhisselâmı gösterin de, sayınızın makbul ve semeredar olduğuna itimadım olsun, isbat ediniz."

    Bu sözleri duyunca, Yahya Efendi'nin nurani yüzünde asil ve pırıltılı bir tebessüm peyda oldu. Yumuşak ve hürmetkar bir nazarla Padişah'ın sözlerine baktı. Demek ki uyarı vakti gelmişti. "Hay hay sultanım, efendim,"dedi. Birlikte, görmeye gidecekleri gün ve saati kararlaştırdılar. Kararlaştırılan Cuma günü, Kanuni kılık değiştirmiş halde, tekkeyi ziyarete geldi. Cuma namazından sonra Yahya Efendi ile birlikte sahile inip sandala bindiler.

    Teknede, ikisinden başka sandal sahibi vardı, kürek çekiyordu, bir de sakallı bir derviş oturuyordu.
Sahilden bir hayli açıldıktan sonra, o vakte kadar hiç konuşmayan sakallı derviş, padişahın parmağındaki iri pırlanta taslı çok değerli yüzüğe gözünü dikmişti. O baktıkça Kanuni kızıyordu.

    Her halde pek yüksek değerli ve pahalı bir şey olmalı. Eğer müsaade ederseniz sunu elime alıp yakından tetkik edebilir miyim?" Kanuni, öfkesinden kızardı, bozardı, bir Yahya Efendinin yüzüne bir de küçümseyerek ve hiddetle dervişe baktı. Ama yine de yüzüğü parmağından çıkarttı ve kafasına vurur gibi dervişe uzattı.

    Derviş yüzüğe hiç önem vermeden parmaklarının arasında bir iki evirip çevirdikten sonra fırlatıp denize attı.
Kanuni artık dayanamadı, hiddetle köpürdü, çünkü saygısızlık ve küstahlığın bu kadarı da fazlaydı.
"O yüzük bana ceddimin yadigarı idi, sen nasıl onu denize atarsın? Derviş Baba, gayet sakin ve soğukkanlı gülümseyerek cevap verdi:

    "Bunlar dünya ziynetidir, hiçbir seve faydası yoktur. Üstelik insana gurur ve kibir gibi kötü huylar musallat eder. Yüce Tann'nın sevgisine gölge düşürür. Bunlara tok düşkün olanın gönlü pas tutar, gerçeği göremez olur. Madem ki bu kadar kızdınız buyurun padişahım yüzüğünüzü." Böyle diyerek biraz evvel denize attığı yüzüğü elini suya daldırarak çıkarttı. Kanuni'ye uzattı. O anda da gözden kayboldu.

    Olaydan son derece etkilenen ve heyecandan neredeyse sok geçiren Kanuni avazı çıktığı kadar bağırdı: "- Yahya, bu derviş kimdi???" Yahya Efendi, mütebessim cevap verdi: "- Sultanım, siz bugün buraya kimi görmek için gelmiştiniz?"

Zehirli Şarap

    Ak koyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey; ilim ve irfana büyük değer veren, bir devlet adamı idi.
Kendini Timur yerine koyarak Karaman oğullarının hamisi kesilen ve böylece Fatih'e kafa tutan ve hatta İstanbul fatihine Mehmet Bey diye hitabeden Uzun Hasan; Otluk beli savasında dersini almış, savaş meydanından kaçmıştı. Ak koyunlular bu olaydan sonra bellerini bir türlü doğrultamamış.

    Uzun Hasan'ın ölümü üzerine iki oğlundan biri olan Yakup hükümdar olmuştu. Ancak Yakup'un annesi Begüm Hatun, diğer oğlu Yusuf'u hükümdar yapmak istediğinden, Yakup'u zehirlemeye karar verdi. Hazırladığı zehirli şarap şişesini, Yakup'un görebileceği yere koydu.

    Yakup ile Yusuf beraberce avdan dönüyorlardı. İkisi de susuz ve yorgundu. Buzlu şarap bardağını görünce önce Yakup içti, daha sonra da Yusuf içmeye başladı. Tam bu sırada içeri giren Begüm Hatun, manzarayı görünce deli gibi oğlunun üzerine atılıp, geri kalanını da kendisi içerek hayatına son verdiği gibi, iki oğlunun da ölümüne sebep oldu. Başkalarına kuyu kazanlar, gün gelir bu kuyuya kendileri de düşerler. Olan sadece kendilerine değil, bütün insanlığa, millete ve devlete olur.

    Pelerini Cem'in sırtına yakın arkadaşı, can dostu Frenk Süleyman takarken: "Üşümüşsünüz sultanım, şövalyeler hastalanmanızdan endişe ederler, kamaranıza giriniz." Cem'i gözleri hâlâ kıyılardaydı, hasretin en koyusunu kıyılara saçıyordu: "Neden hastalanmamızdan korkarlar Süleyman, hasta halimizle islerine yaramaz mıyız?" "Sultanım, kendinizi üzmeyiniz, sadece kısa bir müddet vatandan ayrı kalacaksınız."

    Göz yaşları yağmur damlalarıyla birleşmiş çenesinden süzülürken, acı acı güldü: "Taht uğruna baht imtihanına çıktık. Süleyman, bir gün tarih bizden vatan kaçkını diye söz ederse şaşmamak lazım. Vatanı kurtarmak için yola çıktık, kendimizi kurtarmaktan dahi aciz olduk. Bir günah denizinde boğulur gibiyiz. Yıkılan dünyamızın enkazı altında, hayallerimiz can çekişiyor.

    İdeallerimin tabutunu sürüklüyorum. Eğer Müslümanlara benim yüzümden bir zarar gelecekse şuracıkta ölmeye hazırım." Gemi hızla kıyıdan uzaklaştı. Sahil aksamın alaca karanlığı altında gözden silindi. Bu Cem'in vatanını son görüşüydü. Uzaktan öptü. Son öpmesiydi. "ELVEDA VATANIM"