Kafa ve Yumruk
Viyana Türkün içindeki sızısı, onun son Kızılelmas'dır. 1529'da misafir olduğu bu beldeye, 1683'de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile ikinci defa uzanır. Merzifonlu büyük bir ordunun başında, menzilleri birer birer geçerek hülyalarını süsleyen Viyana'ya ulaşır ve şehri hemen kuşatır.Viyana bunaldıkça bunalır, düşmeye yakındır; yakındır ama, Haçlı müsaade edecek midir? Papanın çağrısı üzerine Leh (Polonya) kralı Jean Sobieski 60 bin kişilik bir kuvvetle harekete geçer. Gelen orduyu Kırım hanı karşılayacak, nazlı Tuna'dan geçirmeyecektir.
Murat Giray ise Osmanlıya kırgın ve kızgındır. Sobieski'nin geçişini bir ağacın gölgesine oturarak seyreder; Osmanlıyı iki ateş arasında bırakır. Böylece 60 günlük kuşatma boşa gitmiş, hezimet başlamıştır; herkes basının çaresindedir. Merzifonlunun dizleri tutmaz, gözleri görmez olur.
Kendisini Belgrad'a güçlükle atar. Yollar ölülerle ve yaralılarla dolmuştur. Kara haber İstanbul'a tez ulaşır. Merzifonlunun hasımlarının ağızları kulaklarındadır, fındık kırıp oynamaya başlarlar ve üstelik padişah IV. Mehmet'i de kandırıp idamına ferman alırlar. Serdar yolda iken de ferman yetişir.
Namazını kılıp, duasını yapan Merzifonlu Kara Mustafa Pasa "hüküm Allah'tandır" diyerek sükunetle boynunu yağlı kemende uzatır. Bozguna uğrayan Osmanlının silah, cephane, her türlü araç ve gereçleri ve ordu ağırlıkları düşman eline geçer. Merzifonlu'nun meşhur otağı da bunları arasındadır.
Düşmanın eline geçen silahların büyük bir kısmı Osmanlı toplarıdır. Bu topları eriten Avusturyalı onlardan 22.5 ton ağırlığında kilise çanı yaparak, St. Stephan Katedrali'nin 120 metre yüksekliğindeki kulesine takmıştır. Bu çanın özelliği üzerinde altı adet Türk kafası (kabartma)nın olmasıdır.
"Tek dişi kalmış" Avrupalı, güya kuyruk acısını azaltmak, unutmak için asırlardır, günde bilmem kaç defa bizim kafamızı dövdüğünü sanarak intikam almaktadır. Aslında, Hilal karşısında hüsrana uğrayan Avrupalı, kendi kafasını doğduğunun farkında değildir.
Türkün nalını ve mıhını toplayarak, tarih yaratan ve asırlardır ekmeğini yeyip devlet olduğunu zanneden Avrupalının, Haçlı ruhu ve ilkelliği devam edecektir. Çünkü, onun fıtratında riya, kalleşlik, arkadan vurma, dahası da ölüm ve zehir vardır. Sayısız zaferler kazanarak altı asır Avrupa'ya efendilik ve babalık yapan Türk, hiçbir zaman gurura kapılmamış, çocukların bile güleceği böyle bir basitliğe hayatının hiç bir devresinde yer vermemiştir. Çünkü Türk, kuru bir kavganın adamı değildir.
Sultan Aziz o sıralarda açılan bir serginin şeref misafiri olur. Abdülaziz'in altın madalya ile ödüllendirdiği eşyalar arasında yeni yapım, ayaklı bir dikiş makinesi da vardır. Bunun teshir edildiği bir pavyona, ziyaretçilerin hoşça vakit geçirmesi için bir alet konmuştur. Dileyen, üstü çuha ile örtülü ve bir yaya bağlı topa var gücüyle vuruyordu.
Yuvarlak nesne, arkasına yerleştirilmiş 10 santimetrelik bölmeli tahta üzerine kayıyor, durduğu rakam, vuranın kuvvetini ölçüyordu. Üzerine yumruk vurulan topa da "Türk Kafası" adını takmışlardı. Gücünü ölçmek
isteyenler, bu "Türk Kafası" na vurup duruyorlardı. Türk sultanının bu pavyona uğrayacağı, hele aleti inceleyeceği kimsenin aklına gelmemiş.
Ama olan olmuş, kendisi yaman bir güreşçi olan ve kuvvete dayalı şeyleri seven Sultan Aziz, aleti merak etmekle kalmayıp adını da sorup öğrenmiş, canı bir hayli sıkılmıştı. Hemen arkasında yer alan Halil Pasa'ya dönerek dinamometreyi göstermiş; "Haydi Halil, şunlara Türk kolunun gücünü göster" talimatını vermişti.
İri cüssesi sultanından geri kalmayan Fransız Harp Akademisi mezunu Paşa, pelerini sırtından atıp, bir yumruk indirince top minverinden fırlamış, dinamometre dağılmış, şaşkın bakışlar arasında: "Bu Türk kafası değil. Türk'ün kafasına vurulmaz." demiştir.